KÜRT SORUNU: ÇÖZÜM MÜ ÇÖZÜLME Mİ?

KÜRT SORUNU: ÇÖZÜM MÜ ÇÖZÜLME Mİ?

Not: Bu makale Partizan Dergisi’nin Mart 2013, Sayı: 80’de sayfa 144-165 yayınlanmıştır. Güncel gelişmeler nedeniyle yeniden yayınlıyoruz.

Bir yandan Kürt halkının mücadelesi, bunun kattıkları övülecek, savaşa övgüler düzülecek diğer yandan bunun bir numaralı yaratıcısı, buna önderlik eden mekanizma sürekli teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilikle suçlanacak. Burada ciddi bir çelişki ve kafa karışıklığı olduğu açıktır. Bir hareketin komünist formasyondan uzak olması ve sınıf hareketi vasfını taşımaması, onu emperyalizme ve yerli gericilere karşı mücadelede tutarlı ve kararlı bir hat izleme konusunda silahsızlandırır, teslimiyete ve tasfiye olmaya daha açık hale getirir. Uzun soluklu olup olamamanın nedeni budur.

Politik araştırma enstitüleri ve bağımsız akademik kuruluşların, bir savaş ya da çatışmanın önemi ve çapı konusunda kabul ettiği ölçütlerden birisi, ölü, yaralı ve göç bilançosuyken, bir diğeri de devletin bu konuda yaptığı toplam harcamalardır. Üstelik bu harcamalar hesaplanırken genel olarak ekonomiyle ilgili toplam maliyet üzerinde de durulmamaktadır. Son 30 yıl baz alındığında, insan kaybı bir yana, Türk devletinin PKK ile savaşta reel bütçesine eklenen yükün 1 trilyon doları aştığı kabul edilmekte ve bu miktar savaş yoğunluğunu “düşük” kategorisinden çıkaran bir limit olarak değerlendirilmektedir.

Binali Yıldırım’ın konuyla ilgili “400 milyar dolar kayboldu” (04.01.13) sözleri gerçek bile kabul edilse, diğer sonuç ve maliyetlerinden bağımsız olarak ekonomik olarak çok büyük bir “yatırım”dan söz edildiği anlaşılabilmektedir. Tayyip’in “Bu iş için 30 yılda harcadığımız para, yeni bir Türkiye inşa eder” (26.01.13) sözleri gerçekleri yansıtmaktadır. Bu gerçekliğin devlet katından akıl hocalarına kadar birçok çevreyi buluşturduğu hatta Ulusal Hareket önderlerini de içine kattığı bir koro tarafından “büyük Türkiye”nin önündeki en büyük engellerden birisi olarak değerlendirilmesi de göstermektedir ki “savaş”, ekonomik krizin kâbus gibi çöktüğü koşullarda daha da ağırlaşmış demektir.

TBMM Alt Komisyonu tarafından 28 Ocak 2013’te açıklanan raporda şu bilgiler yer almaktadır: “Terör nedeniyle son 30 yılda 7 bin 918 kamu görevlisi şehit oldu. 1984-2012 yılları arasında ölü olarak ele geçirilen PKK’li sayısı 22 bin 101. Bu dönemde 5 bin 557 sivil yaşamını yitirdi. PKK’nin iç infazlarının sayısı bilinmiyor. Faili meçhul cinayetlerin sayısı da tam olarak bilinmiyor. Ancak 2 binin altındaki rakamlar ile 17 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. İstatistiklere geçmeyen ölüm olayları hariç, toplam 35 bin 576 kişi terör nedeniyle yaşamını kaybetti.”

Emperyalist projelerin ürünü olarak misyon yüklenen bir siyasi oluşumun kumandasına oturtulduğu devletin bu plan ve güzergah doğrultusunda ilerleme kaydetmesi esastır. Yalnızca ekonomik gerekler değil, politik gerekler de yerine getirildiği oranda birlikte yürünebilecektir. Birbirine bağlı olan bu durum, bölgedeki sürecin çok yönlü ve alt üst edici gelişmeler sonucu bütün dengelerinin sarsıldığı ve kartların yeniden dağıtılmaya ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, bütün adımları daha da nazik hale getirmiştir.

Irak Kürdistanı’nın ardından Suriye Rojava’da fiili bir özerk yönetimin oluşması, durumu daha nazik hale getirmiştir. TC’nin büyük desteğiyle PYD’nin üzerine giden ÖSO, üç aydır aralıklarla sürdürdüğü saldırıları 20 Ocak 2013’de büyük bir taarruza dönüştürmüş, Serekaniye (Rasulayn) merkezli 15 günlük yoğun çatışmaya karşın başarılı olamamıştır. Ne var ki TC’nin organize ettiği ve fiilen katıldığı bu saldırılar devam etmektedir: “PYD olayına gelince, PYD rahatsız. Niye? Çünkü muhalif güçler PYD’yi sıkıştırmaya başladı. Burada özellikle Qamislo ve Haseke’ye doğru PYD’nin çok ciddi bir sıkıntısı var. PYD öyle çok çok rahat değil. O süreci de muhalif güçler gayet iyi sürdürüyorlar.” (T. Erdoğan, (07.02.13) Bir zamanların “aşiret lideri” ve baş düşmanlarından Barzani ve yönetimindeki Kürdistan Bölge Yönetimi, yoğun bir ticari ilişkiyle birlikte dost meclisine alınmakta, PKK’ye karşı kullanılan bir koz haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Bu ticari ilişkinin boyutlarına ilişkin somut bilgiler vermekte de fayda vardır. Büyük bölümü Kürdistan bölgesine olmak üzere Irak, Almanya’dan sonra ikinci büyük ihracat pazarı haline gelmiştir. Yüzde 30 artış sağlanan 2012’deki ihracat miktarı 11 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu toplam ihracatın yüzde 7’si büyüklüğündedir. 100’ün üzerinde Türk şirketi doğrudan yatırım yapmıştır ve asıl büyük vurgunun petrol konusu bağlandıktan sonra gerçekleşeceği hesap edilmektedir.

Onur konuğu olarak katıldığı son AKP kongresinde hem AKP hem de Tayyip’e büyük övgüler düzen Barzani, konuşmasında, “Şiddetin durması ve bu sorunun bir an önce çözülmesi için Erdoğan’a her türlü desteği vermeye hazırız” mesajı vermiştir.  Kürt sorununun bölgedeki artan önemi, bütün tarafların gösterdiği yoğun ilgiden anlaşılmaktadır. 12-13 Ocak’ta Katar’ın başkenti Doha’da El Cezire’nin organize ettiği “Doğuda, Yakın Doğu’da Kürt Sorunu” başlıklı toplantıya yalnızca Kürt örgütleri değil bölgenin çeşitli örgütlerinden temsilciler katılmıştır.

İçeride ve bölgedeki sorunların birbiriyle bu kadar ilişkilendiği ve etkileşim derecesini yükselttiği bir süreç şimdiye kadar yaşanmamıştır. Bu yakınlaşma ve çakışma durumunun konjonktürel bakımdan nesnel bir yanı vardır ama sorunun bugüne kadar kat ettiği mesafede emperyalist planların ciddi bir rolü bulunmaktadır. Bölgenin en önemli kozlarından birisini oluşturan Kürt ulusal sorununun, kendi mücadelesiyle büyüyen ve yerli gericilerden koptukça/çatıştıkça güçlenen durumu, dehşet içerisinde panikleyen uşaklar kadar efendiler için de korkutucu bir hal almıştır.

Mücadele yürüttükçe ve çatıştıkça/savaştıkça güçlenmenin en büyük ve etkili örneğini oluşturan Türkiye’deki süreç, her türlü şiddete, en ağır dozuyla zora ve bunun ikiz kardeşi olarak geliştirilen soluklanma ve oyalama taktiklerine, sinsice imha/tasfiye planlarına karşın ilerlemiş ve başa çıkılması iyice imkânsız bir noktaya gelmiştir. Bunu aynı zamanda ya da esasen “Türk sorunu” biçimde gölgelemek ve saptırmak isteyenler, farkında olmadan aldığı boyutu kabullenmiş olmaktadır. Ancak gazetecilerden aydın ve sanatçılara içtenlikli konuşan kişilerin sayısı da artmaktadır:

“Kürt meselesi Kürtlerin meselesi olmaktan çoktan çıkmıştır. Kürtler söylemesin; gençliğinden beri siyaseti yakından izleyen 80 yaşına gelmiş bir Türk olarak ben söylüyorum: Hiçbir sorunumuzu Kürt meselesinin dışına çıkaramayız, çıkarmadan hiçbir meselemizi çözemeyiz, çözemeyeceğiz.” (Tarhan Erdem, Radikal, 07.01.13)

“Siz eğer bir ülkede yaşayan insanların bir bölümünü o ülkenin ‘öteki’ vatandaşı gibi iteler, hor görür, adaletsiz bırakırsanız, birileri de gelir bu işlerin böyle olmadığını söyler ve bunun kavgasını yapmaya başlar.”, “Bıçak kemiğe dayandı. Kürtlerin kimliklerinin, dillerinin, kültürlerinin hatta geleceklerinin peşine düşmeye başlamasına hepimiz anbean şahit oluyoruz artık.”, “PKK nedir? Bir Kürt partisidir. PKK kimlerden oluşur? Kürtlerden. O Kürtler neden bizim kardeşimiz değil? Ne zamandan beri kardeşimiz değil? Niye o dağa çıkmışlar?” (Kadir İnanır, Radikal, 11.02.13)

Ancak partisiyle, çevresiyle, ismiyle devreye sokulan ve medyada sürekli biçimde arzı endam eyleyen Kemal Burkay, Orhan Miroğlu, Ümit Fırat, Mehmet Metiner vd. şahsiyetlerin canla başla uğraşları da sürmektedir. Hür Dava Partisi (Hüda-Par) ismiyle partileşen devletin kadim dostu Hizbullah yeniden işbaşındadır. Şeriatçı potansiyel dün katliam için bugün oy tabanını parçalamak için kullanılmaya çalışılmaktadır. Büyük para desteği yapılmış, özel TV kurdurulmuş, iyice semirtilmişlerdir.

Kürt Ulusal Hareketi’ni kendi evinde vurmanın bir başka argümanı olarak Zazalar hareketlendirilmek istenmektedir. Zazaca’nın Kürtçenin bir lehçesi değil, farklı bir dil özelliği taşıdığından hareketle, ayrı bir ulus oldukları tezine sarılan Türk devleti; Tunceli ve Bingöl üniversiteleri öncülüğünde bu yönde araştırma-inceleme çalışmaları başlatmıştır. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer amaçlarını gizlememektedir: “Gelecek sene Zazaca’yı ayrı bir dil olarak sunacağız” (12.12.12)

Ne askeri bakımdan yıkıcı ve dağıtıcı olunabilmiş ne de legal alandaki siyasi kadrolara yönelik kırım operasyonlarıyla bir yere varılabilmiştir. Öyle ki BDP Mardin il örgütünde iki sene içerisinde görev yapan il başkanlarının sayısı 8’e yükselmiştir.  Ortalama 2-3 ay görev yapanların ilk 7’si halen hapistedir. Bu durum, yeni İçişleri Bakanı’nın “çözüm” olarak önerdiği “Mardin Modeli”ni özetlemektedir. Birçok yerde, yaygın tutuklamalardan dolayı, Batman’da başlatılan bir dönüşümlü başkanlık sistemi işletilmektedir.

Hem askeri planda hem de demokratik alan mücadelesinde büyük bir dirençle düşmanın karşısına dikilebilen bir güç sergilenir olmuştur. Bu gücün devrimci-demokratik diğer kuvvetlerle buluşma ve kol kola girme derecesindeki gelişim eğrisi yukarı doğru bir seyir izlemeye devam etmektedir. Bunun karşısında Kemalist faşist diktatörlüğün kodlarında bulunan ırkçı asimilasyoncu ve imhacı politikalar sürekli biçimde üretilmekte, desteklenmekte, baskı ve saldırıların aracı kılınmakta, inkârcılık en yüksek mevkiden sürekli biçimde dile getirilmektedir.

Geçen sene özel bir yer açtığımız Roboski katliamının yanlışlık içeren bir olay olmadığı, ama daha önemlisi hangi mesajı vermek için gerçekleştirildiği daha açık biçimde ortaya serilmiştir. Özür dileyeceğine gurur duyan Tayyip’in, saldırının hemen ardından genelkurmay başkanını kutlamasıyla yetinilmemiş, katliamın baş sorumlularından Hava Kuvvetleri Komutan Mehmet Erten’e “başarı” madalyası verilmiştir. Bu başarıda elbette ki son 1 yıl içerisinde Türkiye Kürdistanı’nda 520 hedefe yönelik 312, sınır dışında ise 383 hedefe yönelik 317 sorti yapılmış olmasının rolü de bulunmaktadır.

Roboski’de hem mağdur kitlenin dillendirdiği hem de kamuoyunda yankılanan özür dileme konusunda kararlı bir direnç gösterilmesi, duruma yeterince açıklık getirmektedir. Kaldı ki kaçakçılıkla, figüranlıkla başlayan ve kazaya da vurgu yapan ilk açıklamalar yerini açık savunmaya bırakmıştır: “Uludere’yi bu kadar basite indirgemeyelim. Sonuçta terörist de sivildir.  Sürekli sivil denilmesini bir beyin yıkama hamlesi olarak görüyorum.” (Tayyip Erdoğan, 28.12.12)

TSK ve ona eklenen özel polis ordusunun Ulusal Hareket gerillalarıyla yürüttüğü savaştaki durumu da iyi değildir.  Askeri alandaki asimetrik uçuruma karşın başarı sağlanamayışının temel nedeni elbette ki savaşan tarafların haklı haksız pozisyonudur ve kitle desteğini yaratan bu gerçeklik gerillayı başa çıkılmaz kılmaktadır. Yeniden Sri Lanka modelinin dillendirilmesi bu acizliğin ürünüdür ve 2012 yazındaki “alan hakimiyeti” süreci Türk ordusunu moral olarak da çökertici bir rol oynamıştır.

Ancak moralleri genel olarak kötüdür. Faşist disiplin altında ve her türlü işkence ve angaryanın başlıca yöntem bellendiği koşullarda zorla ödetilen “namus borcu”na bir bölümü için Kürt kasabı olma onuru da eklenmiş, psikopatlaşma oranı üst düzeye çıkmıştır. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın açıklamasına göre son 22 yılda intihar eden asker sayısı 2 bin 22’dir.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün verdiği (28.11.12) bilgiye göre son 2.5 yılda 175, son 10 yılda ise 936 asker intihar etmiştir.  Ocak 2013’ün son 10 gününde 6 askerin intihar etmesi, tablonun daha da kötüleşerek süreceğini göstermektedir. Ancak ihmal edilmemelidir ki bu intiharların belli bir bölümünü, gördüğü yoğun baskı ve işkence sonunda intihara sürüklenen ya da bu “örtüye” sarılarak katledilen askerdeki Kürtler oluşturmaktadır.

Özel olarak profesyonel savaş birlikleri oluşturma projesi de tahmin edilen ilgiyi görmemiştir. TSK, “terörle mücadele”de kullanılacağı belirtilen sözleşmeli er alımı için 25 bin 797 kişilik kadro açmış, ancak alınabilen er sayısı Ekim 2012’ye gelindiğinde 956 kişide kalmıştır. Durum savaşın ortasında istihdam edilen “uzman”lar açısından da sorunludur. EMUZDER (Emekli Uzman Erbaşlar Derneği) Başkanı Esef Merdoğlu, “Son bir yıl içinde 8 bin uzman erbaş istifa etti. 2010 yılında 67 bin olan uzman erbaş sayısı 35 bini altına düştü” (15.01.13) demektedir.

Son sürece doğru ilerleyecek olursak, çeşitli nedenlerle “çözüm”e sürüklenen Türk devleti, izlediği politik hat ve parçalı yapısı nedeniyle önemli zafiyetler barındıran Ulusal Hareket’in bu durumundan yararlanarak kendi lehine sonuçlar üretmek istemektedir. “Açılım” diye geliştirdiği oyalama ve elimine etme politikası bir aşamadan sonra Oslo vd. yerlerdeki görüşmeleri de içerecek şekilde yürütülmüş ama iş somut adım atmaya geldiğinde “uzlaşma” sağlanamamıştır.

Bu dönem zarfında, kendini avantajlı ve güçlü hissetmenin ve elindeki kozları değerlendirmenin ürünü olarak klasik devlet refleksiyle hareket etmekte hiçbir sakınca görmeyen Türk devletinin binlerce kişiyi tutuklaması, gerillaya operasyonları durdurmaması, Pozantı’dan Roboski’ye her türlü aşağılık saldırı ve katliamları gerçekleştirmesi, yanı sıra sürekli aşağılaması ve hakaretler yağdırması eksik bırakılmamıştır. Bütün bunlar kendi çaresizliğini örtmek ve hasmını teslimiyet çizgisine getirmek için yapılmaktadır.

2012 Mart ayı sonlarında AKP’nin yeni bir strateji geliştirdiği yazılıp çizilmişti. Bu, tam da bugünkü “görüşme süreci”nde sözü edilen hususları kapsıyordu. Gazetelerde açıkça yayınlanan stratejide, İmralı’nın devre dışı bırakılması ve BDP’nin öne çıkarılmasıyla birlikte, “PKK ile bir daha görüşülecekse bu silah bıraktırmak için olacak” denilmekteydi. Aktörlerin rolünde değişiklik yapılmış olmakla beraber bunun altı şimdi de özenle çizilmektedir. Beraberinde, silah bırakanların durumu bağlamında bir aftan söz ediliyor, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bahsediliyordu.

Vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim konusunda ise anayasada hiçbir düzenleme yapılmayacağı belirtilmekteydi. Ancak bu plan devreye dahi sokulamadan rafa kaldırıldı. Her şeyden önce bu konuda kendi aralarında mutabakat sağlanamamıştı. Gülen cemaatinin Mart 2012’de yapılan ünlü Abant Toplantısı’nda ortaklaşılan hususlar başlığı altında “Anadilde eğitim temel bir insan hakkıdır. Anayasada anadilde eğitimle ilgili herhangi bir kısıtlayıcı hüküm olmamalıdır” denmekteydi.

Öcalan’la bütün iletişimlerin kesildiği koşullarda, askeri operasyonlara ağırlık verilerek, teslimiyetin koşulları yaratılmaya çalışıldı. Bunun için iki senedir önemli bir yığınak yapılmış, yeni alınan İHA’lar, helikopterler ve diğer zırhlı araçlar ile teknolojik donanım üst seviyeye çıkarılmıştı. Bu kez sonuç alacaklarını, çok ağır darbe indireceklerini, sonucu da masada ilan edeceklerini hesapladılar. Ama bir kez daha işler yolunda gitmedi ve gerillaya ağır kayıp verdirmelerine karşın kendileri de büyük darbeler aldılar. Nitekim yurtsever hareketin “arazi denetimi” şeklinde adlandırdığı dönem Türk ordusu için tam bir sürprizdi ve bunu yazın sonunda 58 hapishanede 483 kişinin başlattığı ve devamında binlercesinin katıldığı açlık grevi izledi.

12 Eylül’de başlayıp 68 gün süren eylem İmralı tecridi başta olmak üzere politik talepler içeriyor, süre giden savaşta karşı bir hamle olarak devreye sokuluyordu. Hapishanelerdeki klasik, koşullardan kaynaklı bir eylem niteliği taşımadığı için de bunlara özgü kriterlerle değerlendirilmesi doğru değildir. Her ne kadar çeşitli aşamalarında yanlış adlandırma ve vurgularda bulunulmuş olsa da hakların elde edilmesine bağlanan bir nitelik taşımadığı ve kriterin İmralı tecridine daha doğrusu Öcalan’ın “muhataplığının” yeniden kabulüne bağlandığı görülmekteydi. Nitekim amacına ulaştı ve İmralı’nın çağrısıyla sonlandırıldı.

Eylem, devamındaki süreçte daha iyi görüldü ki hem Ulusal Hareket güçlerini ortak bir eylem ve hareket etrafında toparlamak, hem dost güçlerin desteğine yeniden dikkat çekmek, hem de Türk devletinin saldırılarına ve tecrit kozuna set oluşturmayı hedeflemiş ve esas olarak da başarmıştır. Açlık grevleri sürerken benzer süreçlerdeki bütün taktikler devreye sokuldu. Ölüm orucu yok denildi, gizli gizli yedikleri söylendi, toplumun yeniden ölüm cezasının gelmesini istediğine dair söylemlerle ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıldı, ancak başarılı olunamadı. Nitekim hemen ertesinde “dokunulmazlıkların kaldırılması”na yönelik söylemlerle tehditler yağdırmaya başlayan AKP hükümeti, moral üstünlüğü yeniden ele almaya çalıştı:

“Direnişin temel yönelimi savaş değil demokratik çözüm sürecinin gündemleşmesi idi. Bir yumuşama ortamı oluştu.  Amacına ulaştı ve sonuç olarak da demokratik çözüm zeminini olgunlaştırdı. Bu ortam değerlendirilmedi. Bunu karşısında Erdoğan bir hamle geliştirdi. (…) Onlar aslında bizimle barış yapmayı değil, bizim tasfiye edilmemiz ve bu temelde hâkimiyet sağlamak suretiyle sükûneti geliştirmeyi istiyorlar. Dolayısıyla bu politikalarla demokratik çözüm sürecinin olgunlaşması çok zordur. (…) Önder Apo tam da zamanında yaptığı çağrıyla bu süreci, yani açlık grevini durdurdu. Bu, Kürt tarafının geliştirmiş olduğu bir fedakârlıktır.  (…) Kürt tarafı olarak bir adım atıldı. Karşılığında hükümetin, devletin adım atması gerekirdi.  Ama AKP, beklenen adımı dokunulmazlık konusunu gündeme getirerek ve KCK adı altındaki siyasi soykırım sürecini derinleştirerek atmıştır.” Murat Karayılan, Demokratik Ulus, 25-31 Aralık 2012)

Bunun amacı, yeni bir teslim alma ve oyalama hamlesini devreye sokmaya çalışan devletin, elini zayıflatan gelişmelerin süratle önüne geçmesi ve olabildiğince avantajlı koşullar yaratmak istemesiydi. Devamındaki günlerde devlet katından açığa vurulan ve bugüne kadar taşınan süreç ise bazı yeni özelliklerine karşın esasta geçmişte de örnekleri görülen türden, devlet ile Ulusal Hareket temsilcileri arasındaki görüşmeleri içermektedir. Bunun müzakere, yani tartışma içermeyen bir görüşme olarak adlandırılmasını dahi kabul etmeyen, pazarlık yapılmasını “söz konusu bile değil” şeklinde karşılayan, devletin değil yalnızca istihbarat servisinin görüştüğünü söyleyen ve temasın başından itibaren, “silah bıraktırmak amaçlı” gerçekleştirildiğini belirten devlet temsilcileri bu söylemlerinde pek de haksız değildir:

“Şu sıralarda görüşme halen var. Tabi çünkü netice almamız lazım. Biz bu ışığı görebiliyorsak, o adımı atmaya devam ederiz, baktık ki artık ışık yok, orada keseriz.” (Tayyip Erdoğan, Başbakan, 28.12.12); “Bugün atılacak tek dikkate değer adım ‘silahların bırakılması’ olabilir.” (Yalçın Akdoğan, Başbakan Danışmanı, 29.12.12); “Bütün enstrümanların birbiriyle entegre biçimde kullanıldığı çok boyutlu bir çalışma yürütüyoruz.  Bu entegre stratejinin hedefi silah bıraktırmaktır.” (Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı, 02.01.13)

Teslim alma umudunu ellerindeki veriler ve hazırlıklar kapsamında esas olarak İmralı üzerinden işletmeye çalışan ama her durumda zaten oyalama ve süreçten gerileterek çıkarma hedefine ulaşmanın bütün argümanlarıyla hareket eden faşist diktatörlüğün “entegre strateji”den ne anladığı sır değildir. Bu sözü en son 2013’ün ilk günlerinde sarf eden Beşir Atalay’ın yeni bir şey söylemediği ve “strateji” ilanını daha 16 ay öncesinden yaptığı unutulunca, politikanın yerini saflığın, iyi niyetin yerini de aldatılmışlığın alması kaçınılmaz olmaktadır: “Sınır ötesi operasyonlar etkili, karşılığını buldu, devam ediyor. Bu bir yeni entegre stratejidir.” (28.08.11)

Düşmanın yaklaşık 1.5 sene önce “yeni” diye sunmuş olduğu strateji, TC devletinin bildik, tanıdık her zamanki politikasının aslında allanıp pullamaya da özen gösterilmeksizin “güncellenmiş” halinden başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğu değil 1.5 senedir, bu söylemin “görüşmeler” dekorunda tekrarlanmaya başlandığı son aylardaki pratikle de sabit olmalıdır.

Birincisi, devletin bütün sözcüleri birbiriyle son derece uyumlu biçimde “diz çöktürmekten”, “yenilgiye uğrayanı teslim almaktan”, “kayıtsız şartsız silah bıraktırmaktan” söz etmekte ve verilecek hiçbir ödünlerinin bulunmadığı, aslında Kürt Ulusal Hareketi’ni muhatap dahi kabul etmediklerini söylemektedirler. Bunu taçlandıran en vurucu söylem ise, Tayyip’in öteden beri destur haline getirdiği, “Ben Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum” (20.01.13), “Kürt sorunu yoktur, benim Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır” (21.01.13) sözleridir. Dahası, “Kürt vatandaşlarının sorunu”nu da “terör örgütünden kurtulmak” şeklinde tanımlamaktadır.

Söylem böyledir ve de pratik bununla tamamen uyumlu biçimde seyretmektedir. Dönemin “ileri” adımı olarak gösterilen “anadilde savunma” konusundaki yasal düzenleme, sıkışan KCK yargılamalarına nefes aldırmak ve bu vesileyle puan kazanmayı hedeflemektedir. Ancak benzer bütün tasarruflarda görüldüğü gibi, söz konusu hak verilmemekte, veriliyormuş gibi yapılmaktadır. Sözde varmış, tanınmış gibi gösterme, fiilen olanaksız kılma taktiği işletilmektedir. Hâkimlerin takdirini önde tutmak, hak kullanımını “savunma” aşamasıyla sınırlamak ve tercümanların parasını sanıklara yüklemek, içinin boşalması için yeterli olmaktadır.

“Görüşme” sürecinin hem de ilk haftalarında Kandil’deki 50’den fazla he- defe tarihin en kapsamlı hava saldırıları düzenlenmiş, Amed ve Mardin’de onlarca gerilla katledilmiş, seriye bağlanan KCK gözaltı ve tutuklamaları (ilk haftada 500 kişi) dört bir tarafta aralıksız biçimde sürdürülmüş ve 9 Ocak’ta da Paris’te 3 Kürt kadın yurtsever vahşice katledilmiştir.

Sakine, Fidan ve Leyla

PKK kurucularından Sakine Cansız, KNK Paris Bürosu temsilcisi Fadime Doğan ve Leyla Şaylemez’in, Paris’in göbeğinde ve özel denetim altındaki bir bina içerisinde katledilmesiyle ilgili, “yeterli” kanıtın ortaya çıkmadığı durumda “kesin” bir saptama yapmak olanaksız gibi görünse de, çok sayıda verinin sergilediği gerçeklik, politik bir değerlendirme ışığında yeterince aydınlatıcı olmaktadır. Zira ne bu tip suikastlar ilk kez yaşanmakta ne de faşist Türk devletinin politikaları, taktikleri ve kullandığı yöntemlerde bilinmezlik bulunmaktadır.

Kendi kadro ve militanlarına yönelik böyle bir eylemde bulunmayacağı gerçeği bir yana, saldırının kimin işine yaradığı/yarayacağı, bir başka söyleyişle hangi politikalar lehine sonuç doğuracağına bakıldığında, en son adres Ulusal Hareket’tir. Bu açıklığa karşın olayın üzerine otomatik bir refleksle giden ve “iç hesaplaşma/infaz” diye yaygara kopan Türk devleti temsilcilerinin tavrı, henüz saatler geçmişken konuşan Hüseyin Çelik’ten başlayarak, suçlunun kendini ele veren haline örnek teşkil etmektedir: “Örgüt içi infazdır. Bunlar olmayan şeyler değil. Bunların cibilliyetinin gereği bu.”  (Tayyip Erdoğan, 13.01.13)

Bu tutumla birleştirilmesi gereken başka veriler de vardır. Devletin bu tip infazlara yönelmesi gerektiğine dair içeriden bilgi aktarmakla görevli “gazeteciler” aylar öncesinden “Kırk PKK liderini öldürün bu iş çözülür” (Mehmet Baransu) diye yazmıştır. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in “PKK’nin yöneticilerini nokta operasyonlarıyla etkisiz hale getirmek için çalışıyoruz ama iyi korunuyorlar” (26.09.12) sözleri hatırlardadır.

Bunları tamamlayan bir başka itiraf da ABD Büyükelçisi Ricciardone’ye aittir: “Türk devletine, PKK yöneticilerine karşı Bin Ladin tarzı suikast yapmayı önerdik.” (17.10.12) Konu ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey’e sorulduğunda yanıtı şöyle olmuştur: “Biz ortaklarımıza teklif ederiz ve Türkiye, sadece ikili bir ortak değil, NATO ittifakımızın bir parçası. Bazen önerimizi kabul ederler, bazen etmezler.” (23.10.12)

Kendini ele vermenin ipuçlarına dair örnekler bunlarla da bitmemektedir. Mehmet Ali Şahin’in katliamdan kısa bir süre sonra “Benzeri eylemleri Almanya’da da bekliyoruz.” sözlerini tekrarlayan Tayyip’in, “Sarkozy üç sene önce bana, ‘sana sürprizim var, yakında terör örgütü liderlerinden bazılarını size teslim edeceğiz’ demişti.  Aynı konuyla ilgili Merkel de Almanya’nın elinde sürmekte olan 4 bin dolayında dosyayı sonuçlandırmak için çalıştıklarını söylemişti.” (25.01.13) şeklindeki açıklamaları ilişki ağı ve hesapları açığa serer mahiyettedir.

Emperyalist ve faşist devletlerin istihbarat teşkilatları ve kontr-gerilla örgütlerinin hemen her ülkede tarih boyunca bu tarz cinayetler işlediği ve işlettiğine dair sayısız örnek bulunmaktadır.  Zira bu tip infazların başlıca yöntemlerden birisi olduğu, bu örgütlerin talimnamelerindeki (Örnek: ABD, Field Manuel-31; Türkiye, Yeni Sahra Talimnamesi-31) en önemli maddeler arasındadır. Seçilen hedefler arasında sembol isimlerden Sakine Cansız’ın bulunması ve üçünün de kadın olması, etki gücü açısından anlam taşımaktadır.

Konuyla ilgili dikkate alınması gereken bir diğer bilgi, 2007 tarihinde Ankara Büyükelçiliğinden gönderilmiş bulunan “gizli” damgalı bir Wikileaks belgesinde yer almaktadır: “Avrupalılar ile çalışmalarımıza daha fazla odaklanmak gerekir. Şimdi bizim odağımızı iki ana hedef olan Rıza Altun ve Sakine Cansız’ın tespitine ve takibine daraltmamız gerekiyor. Önceki tutuklamalar göz önüne alındığında, onlara karşı davalar başlatıldı. Biz, bu iki teröristin hapsedilmesini sağlamak için olabilecek en kapsamlı dosyaları hazırlayarak ve Avrupa’daki istihbarat örgütleriyle ve emniyet güçleriyle koordinasyonu sağlayarak yardımcı olabiliriz…”

Eylemin Türk devletiyle girilen sürecin henüz ilk aşamasına denk gelmesi de dikkat çekici olmalıdır. Çünkü, katliamdan umulan amaç, Ulusal Hareket’in darbelenme suretiyle psikolojik olarak güçten düşürülmesi, şaibe yaratılarak yıpratılması ve korku salınması kadar, provokasyona da açık hale getirilmesidir. “Habur” tekerlemesi boşuna edilmemiş ama bu yöndeki hesaplar tutmamıştır.  Devletin de bu yönde bir olayın çıkmasını göze alamadığını belirtmek gerekir. Kandil’in yoğun biçimde bombalanmasından, operasyon ve tutuklamalara, aşağılayıcı ve küçük düşürücü demeçlerden, yeni saldırı tehditlerinde bulunmaya kadar eylem ve tavırların tümü, Paris’teki saldırının da bu çerçevede okunabileceğini koşullamaktadır.

Bu saldırıya, yurtsever hareket tarafından da paylaşılan “barış süreci”ni baltalama çabasının sonucu olarak bakmak, olayı bu pencereden yorumlamak son derece yanıltıcıdır. Ortada bir “barış süreci” yoktur ve bunu dillendirir gibi görünen Türk devleti, savaşın bütün gereklerini eksiksiz biçimde uygulayan bir çizgide ısrarla yürümektedir. O halde hala bu yönde görüşler belirtmek, bu yanılsamanın esiri olarak, katliamı da aynı bağlama oturtmak, kesinlikle ciddi bir yanılgıdır ve saldırının hedefine ulaşmasına hizmet etmektedir.

Olaya ilişkin Paris savcılığınca yapılan açıklamalar ve fail olarak “irtibatlı” bir kişinin yakalanması ile henüz ortaya serilen net bir takım sonuçlar yoktur ve de bu durum yine “iç infaz” çarpıtmasını değil aksi yönde yaptığımız yukarıdaki değerlendirmeleri doğrulamaktadır. Nitekim bu kişiyle ilgili Ulusal Hareket’in yaptığı açıklamalar, Ankara’ya özellikle de son yıl içerisinde defalarca giriş çıkış yapması, MİT elemanlarının açıklamaları gibi bilgiler dikkat çekicidir. Bu ve benzer nitelikteki kişiler eylemde yer almış bile olsalar, bu durum cinayetlerin ne iç infaz ne de özel bazı nedenlerle işlenmiş olabileceği tezlerine kanıt oluşturmaktadır.

Katliamın gerçekleştiği ülkenin devleti, benzer kalibredeki bütün emperyalistler gibi bu konuda da kirli bir geçmişe sahiptir ve de her türlü önlem alma görüntüsüne karşın saldırıyı engellememiş olmakla suçlu olduğu gibi, kendi bizzat katılımı yoksa bile gerçeklerin üstünü örtme ve Türk devleti le- hine sonuçlar üretme konusunda elinden geleni yapacağına şüphe duymamak gerekir. Bu tür devletler arasında her türlü sorun yaşanabilir ama konu sistemlerini tehdit eden silahlı mücadele örgütleri olduğunda ortaklık ve işbirliğinin üst düzeyde gerçekleştiğini de unutmamak gerekir.

Paris saldırısından beklenen sonuçlar elde edilememiş, aksine Kürt Ulusal Hareket güçlerinin önderliğinde seferber olan halk, Türkiyeli devrimci ve demokrat güçler ve hareket geçirdiği kitlelerle birlikte hem Avrupa hem de ülkenin dört bir yanında büyük bir öfke seli yaratmış gerek karşılama töreninde Amed’de, gerekse de uğurlama töreninde Dersim, Maraş ve Mersin’de büyük bir gövde gösterisiyle düşmana karşı güçlü bir mücadele ve direniş mesajı vermiştir.

Görüşme/İmralı Süreci

Türk devletinin Oslo sürecinde olduğu gibi (ama bu kez daha açıktan) “barış”tan ve “çözüm”den yana olduğuna dair manipülasyonları, diz çöktürme ve teslim alma amaçlı stratejisini gizleme ve yeni bir oyalama sürecinden güçlenerek çıkma hedefine ulaşma amaçlıdır. Savaşla, imhayla ilgili giderek zorlandığı koşullar, bölgedeki gelişmeler ve 3 yıllık seçim takvimiyle birlikte AKP hükümetini yeniden “görüşme ve çözme” yanlısı görünme sürecine sokmuştur.  Ancak durum o kadar ciddidir ve egemenlerin sınıfsal refleksleri perdelenemeyecek baskındır ki bırakalım pratiğini, söylemi dahi uygunsuz bir biçim arz etmektedir.

Hiçbir talep ileri sürmelerine izin verilmeyen, katliama uğratılıp da “uslu” olması, provokasyon yaratmaması tembih edilen, İmralı görüşmelerini “izin” ve “icazet” çerçevesinde devletin seçtiği kişiler eliyle ve takdir ettiği takvime bağlı olarak sürdürmesi istenen, bu arada hiç durmadan aşağılama ve suçlamaya maruz kalmak zorunda bırakılan ve her türlü psikolojik savaş taktiğine boğularak ezilenler Ulusal Hareket temsilcileridir. “Görüşecekleri biz belirliyor, uygun olanları gönderiyoruz.” (Tayyip Erdoğan, 23.01.13); “Bu iş kiminle aklıselim olarak yürüyecekse görüşmeye o gider. BDP heyeti için İmralı ile bir görüşme takvimimiz yok.” (Tayyip Erdoğan, 25.01.13); “İhtiyaç duyulan aktörlerle süreç devam eder.” (Sadullah Ergin, 25.01.13)

Devletin süreçteki tavrına dair en küçük eleştiri ya da serzeniş, ağır ithamlarla yanıtlanmakta, güçler arasında bölme ve çatıştırma taktiği güdülmektedir: “Karayılan Apo’ya racon kesiyor.” (Yalçın Akdoğan, 06.01.13) Psikolojik olarak ezme, her şeye kadir ve mutlak bir pozisyondan seslenme her türlü vesileyle kendini göstermektedir. “İmralı’dakine TV verilmesini söyledim.” (Tayyip Erdoğan, 11.01.13) Verilmek istenen mesaj, muktedirin pazarlıksız bir inayette bulunduğu, bulunmaya çalıştığıdır.

Perde arkasında neler olup bittiği ise sürekli gizlenmektedir.  Kendilerini hiç de rahatsız etmeyen CPT (Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi), Şubat 2010’da yaptığı ziyaretin ardından TV verilmesinden söz etmiş ve bu tavsiyeye uymak için bir sonraki görüşmeye kadar beklenmesi uygun bulunmuştur. Bir sonraki (son) görüşme, kolayca tahmin edileceği gibi Öcalan’a TV verilmesinden beş gün sonra (17.01.13) gerçekleştirilmiştir.

“Görüşme süreci” öz itibarıyla 2009’daki “açılım süreci”nin değişik argümanlarla tekrarlanmasından ibarettir.  Türk devleti bu hamleyle, en kötüsü, içeride ve bölgedeki gelişmeler karşısında hem soluklanma hem de yeni propaganda malzemeleri elde ederek durumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Ulusal Hareketi, son derece geri “tavizlerle” tasfiye etmek, olmazsa da açık düşürerek yıpratmak, en azından “oyun bozan”, “barıştan yana olmayan” bir pozisyonda tutmak amaçlı bu stratejinin başarılı olup ol- maması büyük ölçüde hasmının tutumuna bağlıdır.

Bu konuda güven duydukları hususlar olduğunu anlayabilmek de zor değildir. Bunun başında İmralı’nın ayrıntısıyla bilinmeyen ama belli oranda anlaşılabilen tutumu vardır ki, Öcalan’ın tutsaklık koşullarında ileri sürdüğü görüşlerin seyri incelendiğinde, neyi kast ettiğimiz daha iyi anlaşılabilecektir. Nitekim devletin çarpıtmaları bir yana, kendi kaynaklarından kamuoyuna yansıyanlar, tutarsız ve sürekli gerileyen bir çizgiye işaret etmektedir.  Tayyip’in “Şu anda İmralı beklentilerimize cevap verecek noktaya doğru bir defa adımlarını atıyor. Nedir o? Bizim şu anda gördüğümüz şey, o da silahların bırakılmasından yana bir tavrın içerisine girmiş. Çünkü bakıyor ki, bu işin artık çıkışı bu” (01.02.13) sözleri dikkate alınmalıdır.

En az bunun kadar önemli olan bir diğer gerçeklik ise Kandil olarak adlandırılan Ulusal Hareket’in fiili önderliğinin çizgisi ve buna uygun tutumudur. Bu çizgi, AKP’nin son yıllarda izlediği kör kör parmağım gözüne politika ve uygulamaları sayesinde belli bir olgunluk geçirmiş ama yine de sınıfsal karakteri gereği doğru ve tutarlı bir hatta oturamamıştır. AKP’ye bütün yaşananlardan sonra, hala demokratik adım atabilecek bir misyon biçilip bel bağlanabilmektedir.

Bir yandan “AKP hükümeti,  TC tarihinin en sinsi, en kapsamlı, en derin soykırım savaşını yürütüyor” tespitinde  bulunulmakta  ve “Görülen şey, daha çok Özgürlük Hareketi’ni zayıflatacak ve devre dışı kılacak bir formülasyonun uygulanmasıdır” denilmekte, ancak diğer yandan “Madem devlet ve hükümet  Türkiye’nin  bu temel sorununu  çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse” ve “Tayyip Erdoğan hükümeti  kardeşim dediği Kürtlerle görüşse, Kürt sorununu çözse, biraz demokratik zihniyet içine girseydi Türkiye’yi daha iyi savunurdu, Türkiye daha güvencede olurdu” denmek suretiyle hayalci bir beklenti dillendirilmektedir:

“AKP hükümeti, TC tarihinin en sinsi, en kapsamlı, en derin soykırım savaşını yürütüyor. Kendinden önceki hükümetlerin yürüttüğü özel savaş uygulamalarından gereken dersleri çıkartarak ve kendi sinsi, aldatıcı, demagojik konumunu da buna ekleyerek kirli özel savaş uygulamalarını çok derin ve kapsamlı hale getirmiş bulunuyor.” (Duran Kalkan, Demokratik Ulus, 01/06.01.13)

“NATO’dan Patriot’u isteyeceğine Tayyip Erdoğan hükümeti kardeşim dediği Kürtlerle görüşse, Kürt sorununu çözse, biraz demokratik zihniyet içine girseydi Türkiye’yi daha iyi savunurdu, Türkiye daha güvencede olurdu. Böylece Türkiye çok daha büyük bir güç sahibi olur; ne NATO’nun ve ABD’nin desteğine ihtiyacı kalırdı ne de bölgede bu kadar itilen, kakılan bir konuma düşerdi. Tam tersine her şeyi kendi özgücüyle yürütebilen güçlü, demokratik bir ülke haline gelirdi.”  (Duran Kalkan, Demokratik Ulus, 08/14.01.13)

“Madem devlet ve hükümet Türkiye’nin bu temel sorununu  çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse, evvela pratik bir adım atmalı ve bununla birlikte çözüm projesini ortaya koymalıdır.”, “Bu temelde ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir.”, “Görülen şey, daha çok Özgürlük Hareketi’ni zayıflatacak ve devre dışı kılacak bir formülasyonun uygulanmasıdır.”, “Devlet öyle yapıyor ki sanki Önderlikle bir diyalog oldu ve artık yeni bir süreç başladı gibi göstermeye çalışıyor. Böyle bir şey yok. Bu bir aldatmacadır.  Bu bir psikolojik savaş propagandasıdır.”,Ama bugün ortada bir şey yok. Henüz hiçbir şey söz konusu değilken ortamı bu kadar toza dumana boğmak bizde çok ciddi kuşkular yaratıyor.”  (Murat Karayılan, Demokratik Ulus, 08/14.01.13)

Ama sorun AKP’yle ilgili yalpalama ile sınırlı değildir. Emperyalistlerle ilgili duruş da öteden beri olumsuz sinyaller vermektedir. Konu, Öcalan başta olmak üzere hareketin bütün önderleri tarafından, beklentiler çerçevesinde hep dillendirilmiş, zamanında Obama için kutlama telgrafları yayınlayacak denli aymazlıklar sergilenmişti. Bu çizgiden uzaklaşmadıklarını gösteren örnekler yine yaşanmaktadır:

“ABD şimdiye kadar sorunun bir parçası olarak müdahildi. Bundan sonra çözümün bir parçası olarak bu soruna müdahil olacaktır.” (Aysel Tuğluk, DTK ve BDP’den oluşan heyetin ABD ziyareti sonrası, 31.05.12)

ABD emperyalizminin böyle bir sürece uzak kalması elbette düşünülemez. Sorunun bölgenin geleceğini belirleme kapasitesini en iyi bilenlerden ABD’nin nasıl bir “çözüm”den yana olduğu da, bırakalım yapısal karakterini, izlediği politikalar ve pratiğiyle de sabittir. Nitekim günümüzdeki gelişmelerle ilgili açıklamaları da duruma ışık tutmaktadır: “Türkiye’yi teşvik ediyoruz.” (11.01.13) “Genel Anlamda pozitif bir gelişme.” (ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, 12.01.13)

Savaş yürüten güçlerin düşmanla görüşme yapması, barış süreçleri yaşaması, karşılıklı ya da tek taraflı ateşkeslere girmesi son derece olağandır ve tarihte komünistler başta olmak üzere, çeşitli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketi önderlikleri bu tip tasarrufta bulunmuşlardır. Bütün bunları, devrim ve kurtuluş hedefine tabi kılındığı, o esastan ve yoldan ayrılınmadığı sürece savaşa hizmet eden taktikler ve taktik aşamalar olarak değerlendirmek gerekir.

Ancak pek çok örnekte olduğu gibi, bu görüşmeler yoldan çıkmanın, reformizm bataklığında çırpınmanın, hedefsiz kalmanın sonucu olarak gündemleştirildiği takdirde, ortaya çıkacak sonuçlar baştan bellidir. Pazarlık ve uzlaşma, elde edilen kazanımların ucuza harcanması, acze düşmenin belgelenmesi ve teslimiyetin tescil edilmesi sonuçlarını doğurduğunda, bunun görüşmelerde ya da barış süreçlerinde aranması doğru değildir. Hiçbir olgu durduk yerde ortaya çıkmaz ve hiçbir süreç tek adımla sonuçlanmaz. Buna yön veren gelişmeleri, gidişatı sağlıklı biçimde yorumlamak gerekir.

Bu koşulda dahi yenilgi ve teslimiyeti peşinen ilan etmek doğru değildir. Doğru ve dostane olan tutum yanlış politikaların eleştirilmesi, doğru hattan ayrılanların eylem ve mücadele çizgisine çekilmeye çalışılmasıdır. Küçük ya da milli burjuva önderlikler altında, oportünist, revizyonist ya da reformist hatta yürüyenleri peşinen kaybedilmiş görmek, onların sürecinden devrime ve kurtuluşa dair hiçbir kazanım elde edilemeyeceğini ileri sürmek sınıf mücadelesi gerçeklerine yabancıdır.

Önderliklerinden bağımsız tüm hareketler içerisinde, sınıf mücadelesinin bütün izleri vardır. Bunun iki çizgi mücadelesinde olduğu gibi komünist bir çizgi etrafında cisimleşmiş bir karşılığının bulunmaması, ileriye taşımak isteyen dinamikleri temsil eden görüş, anlayış ve birikimlerin de olmayacağı anlamına gelmez. Çok iyi bilinmektedir ki komünist çizginin yeşerdiği koşullar için en elverişli zemin egemen sınıflarla kıyasıya mücadelenin verildiği alanlardır. Dolayısıyla, müdahil olmanın her şeyden önce komünist nüveyi her alanda geliştirmek, ortaya çıkarmak ve beslemek için gerekli olduğu bilinmek zorundadır.

İşin gerçeği, bugün Ulusal Hareket’le Türk devleti arasında, bilinen ölçülerde pazarlık ve tartışmaları içeren tarzda ve tescilli bir nitelik arz eden görüşme yapılmamaktadır. Örneklerin hemen hepsinde olduğu gibi hakem (ya da gözlemci) koltuğunda oturan bir otorite/güç/kurum yoktur ve tarafların en azından birbirine yakın koşullarda bulunması da söz konusu değildir. Tutsak edilen ve temsil ettiği güçlerle teması özenle kesilen bir kişi üzerinden, bu kısıtlılık ve baskı koşullarında, üstelik bu söylem ve pratikle sürdürülmesi istenen görüşmelerin, amacı çok açık olmalıdır. Durum pekâlâ Ulusal Hareket’in yöneticileri tarafından da görülmekte ve açık biçimde dillendirilmektedir:

“Başbakanın mevcut durumda bize dayatmak istediği şey ancak tamamen yenilmiş, mücadele ile kazanma şansını kaybetmiş bir örgüte ve halka dayatılacak olan şeylerdir. Yani tek taraflı bir biçimde, ‘gideceksiniz, silahlı mücadeleyi bırakacaksınız, bırakana kadar da bizim size karşı saldırılarımız devam edecektir’ tarzındaki üslup, sorunu çözme üslubu değil, işi yokuşa sürme üslubudur.” (22.01.13)

Bu duruma itiraz eden Kandil’deki yetkililer ve BDP sözcülerinin görüşlerine şiddetle tepki gösteren faşist Türk devleti temsilcilerinin tavrı, bu niyetin bir diğer göstergesi olarak okunmalıdır. Bu “görüşme” komedisi altında, Kürt Ulusal güçlerinin legal temsilcilerini İmralı’ya gönderme konusunda dahi “tayin eden” konumda bulunan ve bunun altını sert vurgularla çizen Türk devletinin, bırakalım uzlaşma ve taviz verme, asgari kriterlere uygun bir “görüşme” yapma niyeti dahi olmadığını görmek gerekir.

Faşist diktatörlüğün Kürt sorununa yaklaşım tarzında, bazı temsilcileri rol paylaşımı çerçevesinde kimi zaman empati içerir gibi gözüken “sempatik” mesajlar verse de, kin ve nefret dili egemenliğini sürdürmektedir. Bu konuda egemen sınıf kliklerinin tam bir uyum içerisinde hareket ettiklerini söylemek gerekir. Laikçi Kemalistlerin tanınmış isimlerinden ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde insan hakları dersleri veren Prof. Dr. Anıl Çeçen “Kürtlere doğum kontrolü uygulansın, gösterilere füze atılsın” önerilerinde bulunmaktadır.  (12.01.12)

Ama daha da önemlisi bu kliğin temsil edildiği parti olan CHP’nin süreçteki tutumudur. Vitrine koyduğu Kürt menşeli bazı milletvekilleriyle ve çapsız bir politikacı olan Kılıçdaroğlu liderliğinde ucuz bir “yeni”liğe soyunan CHP, iğreti bir duruş sergilemekte ve Tayyip’in oyuncağı olmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu beceriksiz sahtekarlıktan hoşlanmayan esas damarın temsilcileri sık sık sahne almakta ve yolunu şaşırır gibi görünen Aygün vd.lerine  ayar vermektedir.  En son Baykal’ın grup toplantısında “özel” olarak konuşma yapmasına da neden olan bu belkemiksiz hale müdahale amacıyla kürsüye çıkan Birgül Ayma(z)n Güler’in konuşması enteresan tepkiler almıştır.

“Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızlıkçılık diye yutturamazsınız. Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” (24.01.13) diyen Güler, samimi bir itirafta bulunmakta ve devletinin resmi tezleri doğrultusunda başta kendi partilileri olmak üzere tüm meslektaşlarına mesaj vermektedir.  Bunu bir ırkçı-faşistin söylemi olarak ele almayı tercih eden, ama CHP’den öte faşist rejimle bağlantısını kuramayanlar, “Kürt mil- liyetçiliği”ne karşı tavrın gerçek yüzüyle karşılaşmaktan hoşnut olmamışlardır. CHP içerisindeki bir takım unsurlardan başlayarak çeşitli politik çevrelere kadar, gösterilen tepkiler bu yanıyla değerlendirilmek zorundadır.

Güler’in sarf ettiği iki cümleden birincisini kullanan çok sayıda devrimci, demokrat, ilerici çevre vardır ve bunlar fotoğraflarının net biçimde göründüğü ikinci cümleyi sarf etmekten kaçınmaktadır. Yalnızca ikinci cümleyi eleştirmekle uğraşanların samimiyetsizliği ve ikiyüzlülüğü, birinci cümleye yaklaşımlarında gizlidir. Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici karakteri, ulusal sorunun mihenk noktasını oluşturmaktadır. Buna itiraz eden nice solcu ve devrimci, ikinci cümleyi yadsıyan sözlerle durumu gizlemeyi tercih etmektedir. İşte bu yüzden Güler’in sözleri önemlidir, istemeden de olsa kritik bir noktaya parmak basan saflık ve açıklıkta sarf edilmiş bulunmaktadır.

Bir başka samimi eleştiri/öneri de AKP Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak’tan gelmiştir: “Yakın zamanda 200 PKK’lı öldürüldü. Bunlar için ‘etkisiz hale getirildi’ denilmemelidir. Bunlar için ‘geberdi’ denilmelidir. Bunlar baktığınız zaman ya satılmış beyinler ya Ermeni dönmesi çocukları ya da Suriye’den İran’dan ülkemize sızan alçaklardan başka bir şey değildir.” (21.08.12)

Bu sözlerin ortaklaştığı zeminin “resmi” düzeydeki karşılığı, aynı zamanda Kürt sorununun egemen sınıflar nezdinde nasıl bir yer işgal ettiğini de göstermektedir. Dolayısıyla, öncekilerden bayrağı devralmış bulunan AKP’nin sorunu “çözmeye” çalışırken bu çizginin dışında kalmadan hareket edeceği ve özellikle bugünkü güç dengesi içinde, kurumsal nitelikte bir taviz vermeyeceği çok açık biçimde bellidir.

Süreç, psikolojik unsur ve argümanların çokça kullanılmasını gerektirmekte, bu arada organize olmayan çıkışlar da aynı potaya yönlendirilmektedir. Ama önemli bir bölümünün “masumane” bir karakter taşımadığı iyi bilinmelidir. Sürece doğru giderken Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz” (07.10.12) demiş, onu Siirt Valisinin benzer içerikteki “empatik” cümleleri izlemiş ve nihayet bu tarzın baş aktörlerinden Arınç konuşmuştur: “İnsanlara zulmedersiniz, haksızlık, fena muamele yaparsanız bunun karşılığı sabır gösterenler de reddedenler de bunun hesabını sormaya kalkanlar da olabilir.”, “Ben de dağa çıkardım.” (16.12.12)

Bunlara, destek verilmiş, en fazlası “düzeltici” eklemelerde bulunulmuş ama “Artık dindar Kürtler BDP’ye oy veriyor” (06.12.12) gibi üzerinde oynanılan damara yönelik “bozguncu” sözler sarf eden AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan derhal partiden atılmıştır.

Şimdi psikolojik savaşa daha çok ihtiyaçları vardır ve o yönde ciddi bir çaba içerisine girmişlerdir.

AKP, bütün propaganda merkezlerini harekete geçirip, kendisine bulanık bakanları da yanına çekerek giriştiği yoğun bir “çözüm/barış süreci” demagojisine dört elle sarılmaktadır. Süreci inandırıcı kılmak için basın yayın organlarında çeşitli senaryolar yayınlanmakta, kademeli “çözüm” planlarına yer verilmekte, Öcalan’ın demokratik özerklikten vazgeçtiği, ülkedeki güçleri sınır ötesine çektireceği, anadilde eğitim ve yerel yöne- tim sisteminde belli bir iyileştirmeyle birlikte kısmi bir genel af uygulanacağı iddia edilmektedir. Bu senaryoları “inandırıcı” kılma adına, Tayyip’in yalnızca Ulusal Hareketin sorumluluk payına düşen kısmını dillendiren demeçleri de dikkat çekici olmuştur:

“Sınır dışına çekilirken operasyon olmayacak.” (11.01.13), “Bu mesajlar çerçevesinde bu silahlar bırakılacak olursa, hatta ülkemiz içerisindeki teröristlerin ülkemizi terk etmeleri halinde de bu konuda her türlü, bizler geçmişte yapılanın tam aksine onların güvenlik içerisinde bu ülkeyi terk etmesine de imkân hazırlarız.” (03.02.13)

Ulusal Hareket’in bu “barış” hamlesi karşısında cepheden bir karşı çıkış örgütlemesi hem Öcalan’ın tutumu hem de kamuoyunun etkilenmesi karşısında olası değildir. Bir biçimde başladığı açıklanan süreci, bozan/sabote eden konumunda olmak ve bir kez daha bu propagandanın altında ezilmek istemeyen yurtsever hareketin durumu son derece sıkıntılıdır. Odaklanması gereken nokta, ilk andaki çıkışlarda olduğu gibi egemen sınıfların samimiyetsizliği ve sahtekârlığı olmalıdır. Sürecin akışına pasif biçimde kapıldığı ve bekle gör tavrına girdiği takdirde, ciddi zararlar göreceği açıktır.

Taraf ve Müdahil Olmak

Ülkemizdeki Kürt sorununun iç ve dış parametreleri ile son süreçteki gelişmelerin ortaya çıkardığı tablo bu merkezdedir.  Sorunun ağırlık merkezini oluşturan noktalara yüklenerek etkili olmaya çalışanların, geliştirdiği programlara bağlı hamlelerle ilerleyen süreç, adil ve hakkaniyetli çözüm bir yana esaslı bir uzlaşmaya dahi yaklaşamamakta, sanal “barış” esintileri ve acabalar içerisinde yaratılan beklentilere de kapı açarak yol almaktadır.

Bu her şeyden önce taraf olduğumuz, taraf olmamız gereken bir süreçtir. Durum böyle kavranmalıdır. Sorunu “gerçek çözüm” adı altında devrime havale etmek, UKKT Hakkından bıktırırcasına bahsederek özgül ağırlığından koparmak ve bu yolla güncele dair politik zeminin uzağına düşmek, Türkiye devriminin çıkarları açısından kabul edilemez bir durumdur. Sorunun, defalarca vurguladığımız gibi ülkemiz şartlarından kaynaklı, kendi dinamikleriyle çözülebilecek nitelikte olmaması, o dinamiklere aynı zamanda başka misyonların da yüklü olduğu anlamına gelmektedir. Bu yükü kaldırabilme kapasitesini giderek artıran gücü ve realitesi ışığındaki Kürt sorunu, demokratik halk devrimi mücadelemizde baş köşeye oturmuş durumdadır: “Sosyalizmden vazgeçmeksizin, baş düşmanımıza, büyük güçlerin burjuvazisine karşı, gerici bir sınıfın ayaklanması olmadıkça, her ayaklanmayı desteklemek zorundayız. İlhak edilen bölgelerin ayaklanmasını desteklemeyi reddedersek, objektif olarak ilhakçı oluruz. Tam da başlamakta olan sosyal devrim çağı olan ‘emperyalizm çağında’ proletarya, ilhak edilen bölgenin ayaklanmasını bugün özel bir enerjiyle destekleyecektir ki, böyle bir ayaklanmayla zayıflatılmış ‘büyük’ güç burjuvazisine yarın ya da hatta aynı zamanda saldırabilsin.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter yay. s.366)

Bunu görmek ya da anlamak istemeyenler, buna damarlarındaki şovenizm zehrini atmaya muvaffak olamadıkları için direnenler, Lenin’in bahsettiği enerjiyi göstermek istemeyenler, ama dahası bunun önünde engel oluşturmaya çalışanlar sınıf mücadelesi tarafından ya tasfiyeye uğramıştır ya da uğrayacaktır. O çok sözü edilen “tasfiye” esasen bu çatışma, bu çelişki vesilesiyle yaşanmakta, karşı-devrime sürüklenme bu yolla gerçekleşmektedir.

Ulusal Hareketin uzlaşacağı, teslim olacağı, tasfiye edileceği üzerinden feryat figan yorumlar yapanların gerçek korkusu kendileriyle, ideolojik-politik hatlarına güvenle ilgilidir ve esasen yurtseverlere nasıl da bel bağladıklarını göstermektedir. Bu olasılık Ulusal Hareket ortaya çıktığı andan itibaren vardır ve elbette savaşın ilerleyen safhalarında yerine ve durumuna göre bu hususa dikkat çekilmesi de normaldir.  Ama bunu sürekli ön planda gündemleştirme hali sakat bir mantığın, sorunlu bir yaklaşımın ürünüdür.

Bir yandan Kürt halkının mücadelesi, bunun kattıkları övülecek, savaşa övgüler düzülecek diğer yandan bunun bir numaralı yaratıcısı, buna önderlik eden mekanizma sürekli teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilikle suçlanacak. Burada ciddi bir çelişki ve kafa karışıklığı olduğu açıktır. Bir hareketin komünist formasyondan uzak olması ve sınıf hareketi vasfını taşımaması, onu emperyalizme ve yerli gericilere karşı mücadelede tutarlı ve kararlı bir hat izleme konusunda silahsızlandırır, teslimiyete ve tasfiye olmaya daha açık hale getirir. Uzun soluklu olup olamamanın nedeni budur.

Ancak bunu sürekli gündemleştirmek, “sonu belli” bir harekete güvensizlik temelinde mesafe koymaya çalışmak kesinlikle doğru değildir. Durum üç aşağı beş yukarı ne kadar komünist olmayan devrimci, ilerici, demokrat yapı varsa onlar için de geçerlidir. Küçük ve milli burjuvaziye dayanan bu hareketleri de “kaçınılmaz son” beklemektedir. Böyledir diye onlara karşı “güvensizliği” önceleyen bir yaklaşım sunmamız doğru olabilir mi? Ama durum ulusal bir hareket olduğunda farklılaşmakta ve hem mesafeli, kaygılı bir tavır takınılmakta hem de “öğreten” konumu alınmaktadır.

Her adım ve politikalarına kuşkulu bir yaklaşım sergilemek, sürekli olarak ha şimdi teslim olacaklar, ha yarın silah bırakacaklar diye hayıflanmak, aslında, onlar devreden çekilirse biz ne yapacağız demektir.  Komünistler, dış koşullardan kaynaklı bu kadar kaygı yaşamazlar. Böyle bir tutumun bozgundan gayri sonucu da olmaz. Sınıf mücadelesi bizim niyetlerimizle belirlediğimiz bir güzergâhta akmadığı gibi tek tip ya da önceden rahatlıkla kestirilebilen bir yolda da ilerlemez.

Ulusal Hareket’in silahlı güçler bakımından nasıl ve ne biçimde “tasfiye” edileceğine göre oluşan şartlar da iki yönlü olacaktır, bu unutulmamalıdır. Her durumda hem avantajlı hem de dezavantajlı yanlar vardır ve komünist siyaset buna göre şekillenerek ilerleyecektir. Kendi içindeki tasfiyecilikten muzdarip olan politik hareketlerin başkası üzerinden teselli bulması dürüst bir yaklaşım değildir.

Önceki yazılarımızda işlediğimiz bir husus gözden kaçırılmaktadır. “Çözüm” denilen olay görecelidir.

“Çözüm” deyince çok tarifli bir durum yaşanmakta, kafalar karışmaktadır. Herhangi bir konuda “çözüm”, komünist ilkeler esas alınırsa sosyalist toplumda dahi yoktur, demokratik halk iktidarı ise buna tamamen uzaktır. Ama çözüm, sorununun daha spesifik ya da belli bir aşamaya karşılık gelen aşamalarıyla ilgili aranıyor ya da tarif ediliyorsa durum değişmektedir.

Dolayısıyla sorunu her vesileyle UKKTH’na bağlamak, ama hiç çözmemecesine kalın halatlarla bağlamak, en güzel kaçış yolu olmaktadır. Oysa bir savaş varsa bunun bir de sonu yani barış aşaması olacaktır. Her ne şekil ve içerikte olursa olsun, bu böyle yaşanmaktadır. Müdahil olamadığımız, demokratik halk devrimi yoluna kanalize edemediğimiz bir sürecin sonunu soğukkanlılıkla değerlendirmemiz, politikamızı ona göre belirlememiz gerekir. Hemen teslimiyet, tasfiye diye tutturmak, ortada gerçekten somut bir durumun olmadığı koşulda iyice abestir.

Ulusal Sorun dediğimiz nihayetinde haklar ve statü sorunudur.  Adı üstünde sınıfsal bazda çözülecek bir sorun değildir.  Nihai çözümünün sınıfsallığa bağlanmış olması onun ara “çözüm”ler üretmesi önünde engel de değildir. Çağımızdaki ulusal sorunların bazıları pekâlâ emperyalist müdahaleler ile de “çözüm”e kavuşturulmuştur. Ulusal sorunun hakların güvencesi ve kendi pazarını oluşturma bağlamında esas olarak yöneldiği devlet kurma talebi yine farklı örneklerdeki “özerklik” tercihi ile de başka bir aşamaya taşınabilir olmuştur. Zira başta dil olmak üzere toplu karakterdeki kültürel haklar ve politik statü ve örgütlenmenin sağlandığı koşullar ulusal ölçütler bakımından “ileri” bir noktayı tarif etmektedir.

Böyle bir gelişmenin Türkiye’de yaşanmasının koşullarının bulunmadığını söylemek hiçbir şekilde doğru değildir.  Egemen sınıflar “çözüm” yani barış sağlama ve Ulusal Hareket güçleriyle yürüttüğü savaşa son verme konusunu en ucuz maliyetle halletme derdindedir. Bunun için elbette çok direnecekler, mümkünse esaslı bir taviz vermeden “çözmek” isteyeceklerdir. “Çözüm” eldeki kozlarla, savaşın biriktirdikleriyle oluşan ağırlık ve güç dengesinin konjonktür tartısındaki durumuna bağlı olarak içerik kazanacaktır. Ama mümkündür ve bu bölümün başında yer verdiğimiz parametreler bu gidişata işaret etmektedir.

Bugünkü koşullar içerisinde olmasa da Ulusal Hareketin savaşı geliştirerek kendini daha güçlü dayattığı şartlarda, yani ciddi kazanımlarla “barış” yaptığı durumda ortaya çıkan koşulların yalnızca olumsuzluk getireceğini ileri sürmek de isabetli değildir. İleriye doğru her değişimin/gelişimin sınıf mücadelesini geriletici değil ilerletici rol oynayacağı gerçeğine dair ciddi bir kavrayışsızlık vardır. Bu kavrayışsızlık reformlar/iyileştirmeler eksenli bütün mücadelelere sırt çevirme sonucuna dahi vardırılmaktadır ki reform-devrim ilişkisine dair bu sakatlık, “demokrasi” mücadelesinden hiçbir şey anlaşılmadığını göstermektedir.

Bu mantıkla hareket edilecek olursa, kazanım elde edilen bütün durumlardan rahatsız olmak, sınıf çelişkisinin hafifletildiği ve nihai çözüme yani devrime doğru giden yolun uzadığı ve zorlaştığını düşünmek gerekir. Oysa tam tersi geçerlidir ve kazandıkça daha ileri bir noktadan kurulan denklemler sayesinde hedefe yakınlaşmak daha elverişli hale gelmiş olmaktadır. Bu durum sınıf mücadelesinin bütün alanları için geçerlidir. Ulusal Sorunun devrim mücadelesiyle ilişkisine dair karakteristik bütün özellikler, ileriye yönelik tüm gelişmelerin devrim lehine nasıl sonuçlar üreteceğine dair yeterince aydınlatıcı olmaktadır.

Kürt ulusal sorunu, savaş sayesinde doğurduğu sonuçlardan kaynaklı olarak, sistemi dikey ve yatay düzeyde kesen özellikleriyle, ağırlık taşıyan bir olgu haline gelmiş ve halk savaşının esas mücadele alanını kaplayan boyutuyla da sınıf mücadelesinin geleceğine/kaderine ciddi derecede etkide bulunacak bir özellik kazanmıştır. Bu gerçeklik çıkış noktası haline getirilmeden ileriye doğru yürümenin mümkün olamayacağı görülmek zorundadır. Sorunun sistemin ana payandalarına bağlanan zincirleri sınıf mücadelesine fena halde dolanmış bulunmaktadır.

Olayların/sürecin gelişimi hangi yönde olursa olsun, izleyeceğimiz politikaları doğrudan etkileyecek düzeyde etkiler ortaya çıkacaktır. Görüşümüz, nesnel koşulların yeterli bir basınç uyguladığı koşullarda, Türk devleti ile Ulusal Hareket arasında, geri bir noktada “uzlaşma” sağlanmasının düşük bir olasılık olmadığıdır.  Faşist diktatörlük, demokratik cephede büyük bir gedik açılmasına izin verme niyetinde değildir. Bu nedenle, bu tarz bir uzlaşmanın kısa vadede olumsuz sonuçları olacaktır. Ancak silahlı güçlerin tasfiyesine kadar uzanacak bir “anlaşma” mücadeleyi çok geri bir noktaya savurarak yozlaştırır ki buna (bu saatten sonra) Ulusal Hareket dinamiklerinin kolaylıkla razı olacağı da düşünülemez.

Akış, daha fazla olasılıkla önceki dönemlere benzer biçimde “uzlaşma” sağlanamadan gerçekleşecek ve ilişki 4 ay önceki biçimine dönecektir. Her iki durumda da Newroz süreci çok kritik hale gelmiştir. Daha aktif ve müdahil bir politika izlemenin koşulları doğru değerlendirilmeli, ulusal sorun cephesindeki devrimci ve direnişçi potansiyelin ağırlık kazanması için çalışılmalıdır. Sorun elbette Kürt sorunudur ama aynı zamanda Türkiye topraklarında yaşanmaktadır…