Zengine Lüks Yaşam, Halka “Cumhur Reyonu” BU DÜZENİ DEĞİŞTİRECEĞİZ!

Zengine Lüks Yaşam, Halka “Cumhur Reyonu”

BU DÜZENİ DEĞİŞTİRECEĞİZ!

Proleter hareketin hakim sınıf kliklerinin kendi içlerindeki mücadeleyi dikkate alan ve fakat asıl olarak kendi bağımsız devrimci çizgisinde sebat etmesi her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır.

28 Ağustos 2025

ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 16 Ağustos’ta Alaska’da yaptıkları görüşme, Ukrayna’daki savaşa son verme iddiasıyla gerçekleştirildi. Hemen ardından da 19 Ağustos’ta Washington’da Trump, Zelenski ve önde gelen AB liderleri ve İngiltere ile bir toplantı gerçekleştirildi.

Bütün bu görüşmelerden somut bir sonuç çıkmadığı açıklansa da yapılan kimi açıklamalardan, ABD emperyalizminin Ukrayna’yı bir kısım toprak tavizi vererek anlaşmaya yapmasını emrettiği anlaşılmaktadır. Bütün bu görüşmelerden ortaya çıkan sonuç, Ukrayna’da ABD, İngiltere ve AB için vekalet, Rusya için işgal savaşının kontrol altında sürdürülmesi Ukrayna için toprak kayıplarının kabullenilmesi ve NATO dışında belirsiz güvenlik garantileri olarak tanımlanabilir.

Bu süreç içinde ortaya çıkan tablo ABD, İngiltere, AB emperyalistleri arasındaki çelişkilerin daha görünür olmasıdır. Özellikle İngiltere ve AB sözcülerinin D.Trump’ın kapısında el pençe divan durması, emperyalistler arasındaki çelişki ve ilişkilerin ulaştığı aşamayı göstermesi açısından çarpıcı bir görüntü olarak kaydedilmelidir.

ABD’nin D.Trump yönetimi tarafından gerileyen hegemonyasını yeniden tesis etme yönelimi, ABD ile AB emperyalistleri arasında çelişkileri daha bir görünür kılmıştır. AB emperyalistlerinin, Ukrayna savaşında ABD ile Rusya arasındaki herhangi bir uzlaşmayı kendi çıkarları açısından tehdit olarak gördükleri ve fakat açıktan ABD emperyalizmine karşı bir duruş içinde olmadıkları görülmektedir.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde kurulan “Atlantik İttifakı”nın çelişkileri daha bir görünür hale gelmiş durumdadır.

Yaşanan süreçten Rusya’nın belli bir kazanımla çıktığı ifade edilebilir. Ukrayna işgali nedeniyle “savaş suçlusu” ilan edilen V.Putin ile görüşme bile, başlı başına Rusya açısından bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

Üstelik ABD, İngiltere, AB emperyalistlerinin Rusya ekonomisi üzerinde uyguladığı yaptırımlar dikkate alındığında, Rusya’nın yeniden masaya dönmesi, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakının tartışma dahi yapılmadan kabulü ve Rusya’nın Ukrayna’da işgal ettiği Donbas ve Lugansk gibi bölgeleri ilhakına onay verilmesi gibi gelişmeler, Rusya açısından belli bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

ABD emperyalizminin Rusya’nın Ukrayna işgali karşısında önce J.Biden yönetimince Ukrayna’yı desteklemesi, D.Trump yönetimi tarafından ise, Ukrayna’nın ortada bırakılması ve Rusya ile anlaşma yönelimi bir çelişki değildir. ABD emperyalizminin stratejik hedefinin Çin sosyal emperyalizmi olduğu bilinmektedir.

J.Biden yönetiminde ABD emperyalizmi, Çin ile yakın ittifak ilişkisi olan Rusya’yı Ukrayna savaşında, “savaşı uzatma ve yıpratma” stratejisi izlerken, gelinen aşamada D.Trump yönetimi, Ukrayna savaşını sonlandırarak asıl rakibi Çin’e yönelme hedefi içerisindedir. D.Trump’a göre Rusya’yla yapılacak bir anlaşma, Rusya’yı Çin’den uzaklaştırabilir ve ABD’ye yakınlaştırabilir. Kısacası ABD açısından stratejik hedefe uyumlu taktik bir değişim söz konusudur.

Ancak ABD’nin Kafkasya’da Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki “barış” sağlaması ve “Zangezur Koridoru” adı verilen Ermenistan’ın Syunik bölgesine “Trump Rotası” adı altında çökmesi gibi gelişmeler Rusya’nın bölgesel çıkarları açısından kabul edilebilir gelişmeler değildir.

Bu durum önümüzdeki süreçte Kafkasya bölgesinin “ikinci bir Ortadoğu” olma potansiyelini içinde barındırmaktadır. Özellikle İsrail’in İran’a yönelik saldırganlığının devam edeceği dikkate alındığında, Kafkasya halklarını önümüzdeki süreçte yeni savaşlar ve çatışmalar beklediği öngörülebilir.

İşçi sınıfı ve ezilen halklara yönelik topyekün saldırı

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı emperyalizmi hızla yeni bir paylaşım savaşına hazırlanırken, bütün adımlarını buna göre atmaktadırlar. Bir yanda “barış” görüşmeleri diğer yandan işgal ve katliam saldırıları birlikte sürdürülmektedir.

Bu pratiklerle eşgüdüm halinde işçi sınıfına ve ezilen halklara teslimiyet dayatılmakta ve batı emperyalizmin bu hazırlıklarına tabi olması hedeflenmektedir.

D.Trump hem Ukrayna savaşı hem de Ermenistan ile Azerbaycan arasında “barış”ı sağlama girişimleri nedeniyle kendini bir “barış elçisi” olarak sunar ve “Nobel Barış Ödülü”ne aday olduğunu ilan ederken, aynı anda siyonist İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımcı saldırılarına tam destek vermekte ve soykırımcı faşist B.Netenyahu’yu “savaş kahramanı” ilan edebilmektedir.

İsrail siyonizmi, ABD emperyalizmiyle işbirliği içinde Filistin halkını sadece bombalarla değil, açlıktan da katletmeye devam etmekte ve Gazze’yi tümden işgal etme planının devreye sokmuş durumdadır. 7 Ekim sonrasında resmi olarak 60 bin kişinin katledildiği, yüzbinlerce insanın yaralandığı ve milyonlarca insanın yerinden edildiği Gazze’de Filistin halkı yeni bir “Nekbe” tehlikesiyle karşı karşıyadır.

D.Trump’ın “barış elçiliği”ne soyunması yanıltıcı olmamalıdır. “Barış” adı altında atılan bu türden adımların esas olarak emperyalist kamplar arasında yaşanan çelişkilerden bağımsız olmadığını, ABD emperyalizminin hegemonyasını yeniden tesis etme adımları olarak görmek gerekir.

Emperyalistlerin yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıkları sadece sözcülerinin yaptıkları açıklamalardan ve “savunma” adı altında silahlanma yarışlarından değil aynı zamanda başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizmine şu veya bu nedenle muhalif olan her gücün tasfiye edilmesi çabasından da anlaşılabilir.

Örneğin bu yönelim, Ortadoğu’da başta Filistin ulusal direnişi olmak üzere, Lübnan Hizbullahı’nın silahsızlandırılmasından, Kürt ulusal hareketinin Suriye’de HTŞ çetesine teslim olmasından, Türkiye’de silahlı mücadeleye son verilip, “demokratik siyaset” adı altında düzen içileştirilmesine kadar geniş bir yelpazede değerlendirilmelidir.

Meselenin emperyalist kapitalist sistem için sadece pratik bir “silahsızlandırma” olmadığı aynı zamanda ideolojik bir teslim alma saldırısı olduğu ifade edilmelidir. Nitekim Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle -hiç ilgisi olmadığı halde-, bilinçli olarak devreye sokulan “Bolşevizm” ve “SSCB” karşıtlığı ısrarla sürdürülmektedir.

Örneğin Çekya’da komünist düşüncenin propagandası ve sembollerin kullanımı, Nazizm propagandası ile aynı kefeye konularak 5 yıla kadar hapis cezası talep edilmesinde olduğu gibi Avrupa çapında komünizm ideolojisi ve sembolleri faşizmle eş tutulmakta ya da Polonya’nın kuzeybatısındaki Ploty’de “Polonya-Sovyet Silah Kardeşliği” adına inşa edilmiş olan bir anıt, komünist dönem sembollerini yasaklayan yasalar uyarınca kaldırılmaktadır.

Ya da son olarak Almanya’nın Hamburg kentinde bir mahkeme gerekçeli kararında Marx’ın öğretilerinin “özgür demokratik temel düzene” aykırı olduğunu ve sorunun “proletarya diktatörlüğü” kavramında yattığını savunmakta ve Marksizm’in Almanya’nın “hür demokratik düzeniyle” bağdaşmadığı kararı almaktadır.

Böylelikle Almanya’da K.Marks’ın eserlerinin gruplar halinde okunması ve değerlendirilmesinin “yasal” olarak engellenebileceğine hükmedilmektedir.

Bütün bu gelişmeler, proletaryanın ve ezilen halkların önderi V.İ.Lenin’in “Burjuva devletleri biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: biçimleri ne olursa olsun bütün bu devletler son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler” tezini bir kez daha kanıtlamaktadır. (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, 1992, s. 80) Dolayısıyla burjuvazi sadece “savunma” adı altında emperyalist paylaşım savaşına hazırlanmamaktadır.

Aynı zamanda Marksizm’e, onun temsilcilerine ve sembollerine yönelik bir saldırganlık içindedir. Bu ise burjuvazinin gerçek sınıf düşmanlarının kimler olduğu bilgisine vakıf olduğu anlamına gelmektedir.

Durumdan vazife çıkarma ve her cephede artan saldırganlık

Uluslararası alanda bu gelişmeler yaşanır ve toplamda emperyalistler yeni bir paylaşım savaşına hazırlanırken, Türk hakim sınıfları da bu süreci kendi bekaları ve çıkarları için azami oranda kullanma siyaseti izlemektedirler.

Başta Ortadoğu olmak üzere bölgesel düzeyde yaşanan gelişmeleri, “iç cepheyi tahkim” olarak adlandırdıkları bir yönelimle değerlendirmek istemektedirler. Bu yönelimin içinde bir yandan Kürt ulusal hareketiyle bir “süreç” yürütülürken, diğer yandan ise işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik saldırganlık, -hemen her cephede-, sürdürülmektedir.

Türk hakim sınıfları cephesinde bir yanda AKP-MHP iktidarının ana muhalefet partisi CHP’ye yönelik özellikle belediyeler üzerinden saldırısı sürerken, diğer yandan ise AKP ile MHP arasında da belli çelişkilerin yaşandığı görülmektedir. İktidar içinde ortaya saçılan yolsuzluk ve sahtekarlık gündemlerinin yanında, yargı aracılığıyla rakip kliklerin birbirlerine yönelik hamlelerine tanık olmaktayız.

Gün aşırı yaşanan ve dikkat çekici bir biçimde faş edilen bu gelişmeler, iktidar bloğu arasında geri planda bir saflaşma ve çelişkiye işaret etse de, iktidarın hem burjuva muhalefete ve hem de işçi sınıfı ve halka yönelik saldırganlık tüm hızıyla sürdürüldüğünü ifade etmek gerekir.

Burjuva siyasetin ana gündemlerinden biri olan ve Kürt ulusal hareketiyle yürütülen “süreç”, komisyona havale edilmiş durumdadır. İktidar tarafından herhangi bir yasal düzenleme gerektirmeyen -kayyum atamalarının iptali, AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının uygulanması, hasta tutsakların tahliyesi vb.- pratiklerin dahi hayata geçirilmediği koşullarda; komisyonda söz alan bir Kürt annenin Kürtçe konuşmasının engellenmesi ve Türkçe konuşmaya zorlanması pratiği, komisyonun hakim sınıflar açısından misyonu hakkında yeterli fikir vermektedir.

Komisyonun Kürt sorununu çözme gibi bir hedefi bulunmamaktadır. Amaçlanın Kürt hareketinin tasfiyesi ve düzen içine çekilmesinin hukuki altyapısını oluşturmak olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan iktidarın içeride “barış” derken, Dışişleri Bakanı’nın Suriye’de Kürt hareketini açıktan tehdit eden açıklamaları, sürecin iktidar tarafından nasıl ele alındığının işaretleri olarak görülmelidir. Bakanın açıklamalarının kişisel fikri olmadığı çok açıktır.

Kürt ulusal hareketiyle sürdürülen ve “barış”, “demokrasi”, “eşitlik” olarak propaganda edilen süreçle birlikte iktidarın burjuva muhalefete yönelik devam eden saldırganlığının yanında; özellikle yargı alanında “borsa”ların kurulduğu ve yargının bir şantaj ve çökme aracı olarak kullanıldığına dair ortaya saçılanlar, AKP-MHP iktidarının çürümüşlüğüne örnek olarak verilmekle birlikte, bu türden bir değerlendirme eksiktir.

Rejimin kuruluşundan itibaren yargı, hakim sınıflar tarafından bu amaçla kullanılmaktadır. Şimdilerde bu pratiğin kör göze parmak sokarcasına ortalığa dökülmüş olması, iktidarın içinde bulunduğu durum ve iktidar içindeki kliklerin dalaşıyla doğrudan ilgilidir.

Unutmamak gerekir ki, halk düşmanı bir rejimle karşı karşıyayız. TC devleti kurulduğu günden günümüze bütün kurumlarıyla halka karşı örgütlenmiş bir rejimdir. Bu gerçek, her defasında kendini ispatlamaktadır. Örneğin her şey bir yana yıllardır tarımda zararlı bitkiler ve böceklerle mücadele adı altında pestisit kullanımı nedeniyle zehirli gıda ve meyveler, hiçbir kontrol yapılmadan halka yedirilmektedir.

İthal edilen tarım ürünleri pestisit kullanımı nedeniyle geri çevrilirken, bu ürünler iç pazarda hiçbir engelle karşılaşmadan satılmaktadır. Halka zehirli gıda yedirilerek halk düşmanlığı yapılmaktadır.

Maden şirketlerinin çıkarları için halkın zeytinlikleri başta olmak üzere malına ve mülküne çökülmesi yasasının çıkartılmasının ardından, “depremle mücadele” adı altında halkın malına ve mülküne çökülmeye devam edilmektedir.

Halkın, haklı olarak “kentsel dönüşüm değil rantsal dönüşüm” olarak tanımladığı pratik, başta Antakya olmak üzere çeşitli bölgelerde sürdürmektedir. Bu pratiğin sonuncusu İstanbul Ümraniye’deki Topağacı Mahallesi’nin kentsel dönüşüm için rezerv alan ilan edilmesi ve halkın evlerine çökülmesi ile yaşanmaktadır.

Ekonomik krizle “mücadele” adı altında uygulanan “Mehmet Şimşek Programı” nedeniyle işçi sınıfı ve emekçi halk daha da yoksullaşırken, patronlara servet transferi hızlanmış durumdadır. Halka yönelik hemen her alanda vergiler artırılır, işçi sınıfına sefalet ücreti dayatılır, emekçi memurlara açlık ücreti reva görülürken, patronları vergi affı getirilmekte ve teşvikler yapılmaktadır. R.T.Erdoğan milli gelirin arttığıyla övünürken, bu gelirin esas olarak patronların cebine akıtıldığı, işçi ve emekçilere kırıntı düzeyde dahi bir yararı olmadığı gerçeğini gizlemektedir.

Nitekim son olarak 6 milyon memur statüsündeki kamu emekçi ve emeklisini doğrudan, en az 12 milyon emekçi halkı dolaylı olarak etkileyen ve 2026-2027 yılları kamuda yapılacak zam oranını belirleyen 8. Dönem Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde faşist iktidarın emekçi memurlara teklif ettiği rakam “büyük ve güçlü Türk devleti”nin acizliğini özetlemektedir.

Öyle ki, iktidar bir yandan “Türkiye Yüzyılı” propagandası yaparken diğer yandan zincir marketlerde “cumhur reyonu” kurulacağını ileriye sürülmektedir. Bu durum bile başlı başına halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşulları, alım gücünün gittikçe düştüğünü halkın açlık ve yoksullukla karşı karşıya bırakıldığını göstermektedir.

Rejim sadece ekonomik olarak halk düşmanlığı yapmamaktadır. Her gün üç kadının katledildiği yerde, bir yandan önümüzdeki 10 yılı “aile ve nüfus yılı” ilan ederken diğer yandan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kadınların miras hakkını sorgulayan ve kadınlara mirastan erkeğin payının yarısına razı olmalarını tavsiye eden fetvalar çıkartılmaktadır.

Sadece halk düşmanı değil aynı zamanda özel olarak kadın düşmanı bir rejimle karşı karşıyayız.

Rejimin içinde bulunduğu durum ve Türk hakim sınıflarının bütün klikleri arasında yaşanan dalaşın farkında olmak ve esas olarak işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik tüm cephelerde sürdürülen saldırganlığa ve sonuçlarına dair bir yönelim içinde olmak tayin edici önemdedir.

Proleter hareketin hakim sınıf kliklerinin kendi içlerindeki mücadeleyi dikkate alan ve fakat asıl olarak kendi bağımsız devrimci çizgisinde sebat etmesi her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır.

Kendi gündemimizde ısrarlı olmak ve fakat işçi sınıfı ve halkın şu veya bu nedenle gelişen mücadelelerinin içinde olmak dünden daha fazla gereklidir.