
Kürt Ulusal Meselesinde İlkesel Duruş Doğru Politik Tutumu Sağlayacaktır
Not: Bu makale Partizan Dergisi’nin Kasım-Aralık 2009, Sayı:70’de sayfa 2-17 yayınlanmıştır. Güncel gelişmeler nedeniyle yeniden yayınlıyoruz.
Kürt ulusal meselesinde; devletin en yetkili mercilerinin “fırsat yılı” olarak ifade ettiği 2009 yılının sonuna doğru gelirken bu konudaki gelişmeler de dur-kalklı bir seyir izlemeye devam ediyor. Kürt ulusal sorunu ve yürütülen ulusal direniş mücadelesi devletin iç ve dış siyasetinin bir etkileyeni ve belirleyeni olmayı sürdürmektedir. Özellikle silahlı mücadele, bu sorunun siyasal gündemden düş memesini ve devletin bir dizi politikasını etkileyen bir faktör olmaktadır.
Uzun süredir Kürt Ulusal Hareketinin barış eksenli politikasıyla bir arada yaşama iradesinin beyanına rağmen; devlet bu konuda ulusal hareketle uzlaşıya varacak açık ya da zımni hiçbir gelişme kaydetmemiştir. Kuşkusuz bunun bir dizi ekonomik, sosyal, siyasi, toplumsal ve tarihsel nedenleri ve ideolojik temeli vardır. Ancak içinden geçtiğimiz sürecin özelliklerine, iç bağıntılarına ve tarafların geldiği -evrildiği- noktaya bakıldığında sorunun devletin sosyo-ekonomik gerçekliğinde kurduğu siyasal rejimin özünden ileri geldiğini net şekilde vurgulayabiliriz. Faşist bir devletin evrensel karakteristiği yanında, TC’nin kendi kuruluş ilkeleri ve tarihsel arka planıyla Kürt Ulusal Sorununa karşı almış olduğu inkarcı tavır ve bunun özünün korunup çeşitli biçimlere bürünerek artık ucubeleşmiş halde yönetilmeye-sürdürülmeye çalışıldığı gerçekliği söz konusudur. Bu meselenin artık devlet açısından kaba inkar ve ret politikasıyla yönetilmesinde son aşamaya gelinmiştir. Devlet için duvara yaslanma evresi yaşanmaktadır. Gerek iç dinamikler gerekse de uluslararası konjonktür devletin bu dövüşü duvara yaslanmış bir şekilde farklı dövüş yöntemleri, hileler, aldatmacalar ile yönetmesini zorunlu kılmaktadır. Ki bugün bu yollar oluşturulmaya çalışılıyor.
29 Mart 2009 yerel seçimleri sonrası, özellikle “iyi şeyler olacak”, “çözüm yılı” söylemiyle süslenen bir süreç yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı ve başbakan ile dile gelen, MGK’da pişirilen bir “devlet politikası”; söylemi bol pratiği kıt (hatta hiç); devletin muhalefeti (CHP ve MHP) tarafından sağa ve sola çekiştirilerek gerek kendi iç kapışmalarından gerekse de Kürt Ulusal Hareketini geriletme ve tavize zorlama ereğine odaklı bir süreç şeklinde vuku buluyor. 10 Kasım’daki meclis konuşmalarında ve 13 Kasım’daki genel görüşmelerde devletin muhalefetinin ne denli pratik işlev gördüğü de açığa çıktı. CHP, 1938 Dersim ve 1925 Şeyh Sait isyanlarında uygulanan yöntemleri örnekleyerek Kürtleri adeta tehdit ederek süreçte sorun çıkarmamasını sağlamaya çalışmaktadır.
“Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” ya da “Milli Birlik Projesi” kodlu Kürt Ulusal Hareketinin tasfiyesi eksenli çalışmanın koordinasyonundan sorumlu olan İçişleri Bakanı Beşir Atalay; Abdullah Öcalan’ın “yol haritası” hazırlığına paralel olarak bir hazırlığa girerek halkla ilişkilerde dezavantajlı durumu gidermeyle yükümlü olarak “açılım müjdesiyle” düğmeye basmıştı. Ülke genelinde yeni bir siyasal iklimin ve tartışmanın zemini de böylece yaratılmış oldu. Tabi bir devlet klasiği olarak sürece cafcaflı bir şekilde “Türkiye Modeli” ismi konularak iddialı bir yaklaşımla ilan edildi. Devamında peşpeşe toplantılar, seminerler, çalıştaylar örgütleyerek kendi tanımlarıyla toplumsal dinamiklerin görüş ve önerilerini bir havuzda toplamaya çalıştılar. Son kertede Başbakan bu havuzun dolduğunu ifade ederek artık meclis aşamasına gelindiğini ilan etti. Bu arada havuzu dolduran esas düşüncelerin, “toplumsal dinamiklerinde” güdümlü STK’lar, yazarlar, aydınlar vs. yani Kürt Sorununun “çözümü” yaklaşımını, uzaktan yakından ele almayan, Kürt ulusunun bağımlılığının öyle ya da böyle devamını isteyenlerden oluştuğunu da vurgulamak gerekiyor.
Nihayetinde kamuoyuna dönük çalışmalardan, devletin son 3-4 aylık süre içinde yürüttüğü görüş alışverişi sürecinde, tartışma-tartıştırma eksenli yaklaşımında, bol söylem hiç icraat tutumunda varsayılan Kürt açılımı paketinde Kürt ulusal kültürel hakların bireysel kullanımına dair dahi yeni düzenlemelerden çok, bu eksene oturan söylemden çok; esasına Kürt Ulusal Hareketinin silahlı ve silahsız, legal ve illegal kesimlerine yönelik siyasi, ideolojik ve örgütsel saldırılar, imha ve tutuklama operasyonları, psikolojik harp ve tecrit etme yaklaşımı oturdu. Kürt Ulusal hareketinin her politik kıpırdayışı “açılımı provokasyon” olarak değerlendirilerek basınç yaratma gayreti içinde olundu. Adeta Kürtlerin önüne gelecek şeye rıza etmesi istendi. Tabi bunun yanında katliamlar (Ceylan Önkol, gözaltı ve işkencede ölümler vs.), tutuklamalar (DTP operasyonları, üniversite öğrencileri vs.nin tutuklanması), “akademik” inkarlar (YÖK başkanının Kürtçenin Farsça-Arapça ve Türkçenin bileşimi olduğu köhne tezi) vs. gibi hız kesmedi hiçbir şekilde.
Söylemin bol, pratiğin hiç olmadığı koşullarda atıp tutan, süreci yönetip sürekli nabız yoklayan devlet ilk somut adımda ise krizle karşı karşıya kaldı. Abdullah Öcalan’ın tıkanan sürecin önünü açmak maksadıyla Barış Gruplarının (Kandil, Maxmur, Avrupa’dan) gelmesi talimatı ile bir dalgalanma oluştu. Habur’dan 8’i gerilla, 26’sı Maxmur kampı sakininin giriş yapmasıyla, Kürt halkının büyük bir kitlesellik, coşku ile gelenleri sahiplenmesi ve karşılaması ve de özellikle gerillaların pişmanlık bir yana “PKK kimliğinin gereği ve Apo’nun talimatıyla geldiğini” ifade etmesine rağmen TCK 221. Maddenin kullanılarak serbest bırakılması, peşinden gelen bu eksenli tartışmalar Avrupa grubunun engellenmesiyle “mola”ya tabi tutuldu.
Devletin kimyasını her türlü bozan gerilla, silahsız girişiyle de yine devletin dengelerini bozmaya yetti. Ama özellikle Kürt halkının sahiplenişi, ulusal hareketin politikasına bu hamleyle güçlü pratik yanıt oluşu ve bunu da mücadeleyi daha ileri taşımanın aracına dönüştürerek sürece yeni bir halka eklemesi devletin paniğinin, hassasiyetinin esas nedenidir.
Buna karşılık, karşı reaksiyon olarak ve “duyarlılık” demagojisi ile Kürtler üzerinde basınç oluşturmak amacıyla kendi “şehit ailelerini ve gazilerini ve lümpen faşist güruhlarını politikanın malzemesine çevirdi. Maksimum 300-500 kişilik gösteriler tertiplenerek “Türk halkının” ayakta olduğu söylemiyle Türk egemen medyasının yeşilli, sarılı merkezi, yandaşı ortak bir koroyla propaganda savaşına dönüştürüldü.
Yine 34 kişilik grubun Silopi’den Diyarbakır’a dek uzanan görkemli karşılanışı “açılımın”, “sürecin” DTP ve PKK tarafından “sorumsuzca” provoke edilişi olarak tanımlanarak psikolojik harbin bir oyunu oynandı. Düne kadar “dağdan inişlerin” bin bir faydası sayılıp dökülürken, hatta henüz bu karşılama töreni gerçekleşmeden inişleri “açılımın meyveleri” olarak sunulan durum Kürt ulusunun kitleselliği ve sahiplenme bilinciyle “inişlerin” kabul edilmemesi, engellenmesi noktasına evrildi.
Devlet açık ki gelenlerin sessiz sedasız, etliye sütlüye karışmadan, gerçek anlamda ana-baba ocağına gidip mücadeleden, siyasetten arınarak yaşamına devam etmesini istemektedir. Devletin Kürtlerden umduğu, istediği ve beklediğinin bu olduğu açıktır. Devlet için Kürtlerin kendi hakları için siyaset yapması bir yana, onun sevinmesi, hatta devletin işine gelmiyorsa üzülmesi bile yasaktır.
Evet, açılımın son durağı burası olmuştur. Esas olarak bu durakta demlenmektedir. “Çözüm” adı altında açılımın ve bu açılımı gerçekleştirecek devletin ne denli faşist, inkarcı hassasiyetlerinin güçlü olduğunu; süreci yönetmekten ya da meselenin özüne inmekten ne kadar uzak olduğunun, Kürtleri kabul etmesinin mızrağın çuvala sığmamasının getirdiği bir zaruret olduğu açıktır. Demokrasi, açılım, Kürtlerin hakkının verilmesi eksenli söylemin havalarda uçuştuğu bir dönemde dahi Kürt düşmanlığı ile faşist özüne su katarak bu çeliği daha da sağlamlaştırmaya çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu gerçeklik, yaldızlı açılım paketinin gerçek yüzünü olmasa da şimdilik o çirkin esas ambalajı açığa çıkarmaktadır. Mevcut gidişat, devletin ele alışı ve Kürt meselesinde kaydedilen gelişmeler Kürt ulusu için kabul edilmenin ötesinde onu örgütsüz bırakıp, silahsızlandırıp daha sinsi bir sindirme ve asimilasyona tabi tutmayı içermektedir. Bu durumu en net şekilde Kandil Barış Grubu üyesi Gülbahar Çiçekçi 21.10.2009 tarihli Günlük gazetesine yaptığı değerlendirmeyle ifade ediyor: “Gidiş kararını vermek çok kolay olmuştu. Çünkü gitmemi gerektirecek çok neden vardı. Dönüş kararı vermemizi gerektirecek bir durum yoktu ortada. Önderliğin ‘gelin ve tıkanan demokratik siyasetin önünü açın’ çağrısıyla böyle bir karar verdim.” Bu değerlendirme mevcut gerçekliğe yapılan güçlü bir vurgudur. Yaşanan gelişmeler bu belirlemeyi değiştiren değil daha da doğrulayan niteliktedir.
Ki bu doğruluğu yeni gelişmeler, tarihi adımlar diye pazarlanan olgular bile değiştirememektedir. Barış Grupları sonrası en somut ve meselede yeni bir heyecanın oluşmasına neden olan gelişme ise 10 ve 13 Kasım’da TBMM’de bu meselenin genel görüşmeyle ele alınmasıydı. Bu görüşme kuşkusuz Kürt diye bir milletin-ulusun olmadığını temel resmi tezi olarak kaydeden faşist devletin bütünlüklü tarihi ve geldiği nokta açısından oldukça önemlidir. Zira devletin meclisinde Kürt sorununun kabulü ekseninde adı konmuş olarak ve bunun “çözümünün” tartışılması amacıyla gerçekleşen, tarihe bu şekilde kayıt altına alınan ve bu yönüyle bu meselede bir eşiğin aşıldığı oturumdur. Bu güçlü sembolik yönün yanında bu oturumda 4 aydır hiçbir somut projenin sunulup tartışılmamış olmasının son bulması beklentisi oluşmuştur. Yani o dolu “açılım paketinin” içinin gösterileceği beklentisi söz konusuydu. Ama görüldü ki devlet, bu oturumu esas olarak simgesel anlam yükleyerek ele almıştır. Bütün konuşmalar, tartışmalar kitlelere dönük, kamuoyunu hedefleyen ve bir zeminin oluşmasını, pekişmesini amaçlayan muhtevadadır. Bir yandan Kürt meselesinde istenilen, atılması gereken adımların atılması diğer yanda ise Türk şovenizminin bu zeminde bir şekilde diri ve dinamik tutulması amaçlanmıştır.
Bu sürece gelinmeden önce Kürt Ulusal Hareketinin ve DTP’nin belli 7 talebini deklare ederek ilan etmesi söz konusudur. Bu anlamda silahların susmasını ve Kürt ulusal sorununun “çözümü” ekseninde kendi ana çerçevesini belirleyen taleplerini ifade etmiştir. Bunlar; 1- Abdullah Öcalan’ın hazırladığı yol haritasının kamuoyuna açıklanması; 2- Askeri ve siyasi alana dönük operasyonların son bulması ve çatışmasızlık ortamının sağlanması; 3- Türkiye demokratik ulusunun bir parçası olarak Kürt halk kimliğinin anayasal güvenceye kavuşturulması. 4- Kürtçenin her yerde özgürce konuşulması, öğretilmesi, geliştirilmesi ve eğitiminin yapılması. Kültür sanat, edebiyat ve tarihinin özgürce yaşanması ve geliştirilmesi; 5- Kendi kimliğinde demokratik toplumsal örgütlenmesini geliştirmek, demokratik siyaset yapmak ve kendini özgürce ifade etmek; 6- Kürt köy, kasaba ve şehirlerinde özel harekat, polis ve asker baskı ve zulmünün son bulması, koruculuğun lağvedilmesi; 7- Türkiye’nin demokratikleşmesini ve bunun için sivil demokratik bir anayasanın hazırlanması şeklinde bir formülasyondur. Bu demokratik taleplerin bir bütün içeriğine ve ulusal soruna dair çözüm muhtevasının neyi kapsadığına dair yaklaşımımızı ileride açıklayacağız.
13 Kasım’da Mecliste İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “nihai bir liste değildir. Demokratik açılım ucu açık dinamik bir süreçtir. Süreç içinde ortaya çıkabilecek ihtiyaçlar ışığında gereken her türlü adımlar atılacak” diyerek ilk elden atılacak adımları ortaya koymuştur. Hemen belirtelim ki bu süreç mevzuat ve yönetmelikteki değişim, yasal değişim ve anayasal değişim denilerek kısa, orta ve uzun vadeli diyerek ucu açılıyor. Bu anlamda mücadelenin keskinliği, düzeyine göre adımların atılacağını da belirtmiş oluyorlar. Amaç demokratikleşme ya da Kürtlerin ulusal haklarından ziyade ulusal hareketin silahlı güçlerinin tasfiyesini hedeflemektedir. Nedir peki “demokratik açılım” paketinin ilk adımları: 1- Farklı dil ve lehçelerle ilgili üniversitelerde araştırma yapılması, enstitü kurulması ve seçmeli ders konulması (Bunu Kürtçeyi inkar eden YÖK başkanlığının yapacağı, şimdiden Yaşayan Diller gibi bir ifadeyle ipe un sermeye çalışıldığı ve Dicle Üniversitesi’nin Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açılması talebinin “bölücü amaçlar” gerekçesiyle ret edilmesi kaydedilmelidir.); 2- Bölgede yol kontrollerinin azaltılması, yayla yasaklarının kaldırılması gibi idari tedbirler; 3- Toplumsal ve dini hizmetler dahil vatandaşların sosyal yaşamlarında farklı dil ve lehçeleri kullanmalarının önünün açılması; 4- “Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu” kurularak özel ve kamu sektöründeki her türlü ayrımcılık şikayetinin ele alınarak denetlenmesi. Yine kolluk hakkındaki şikayetler için “Bağımsız şikayet mekanizması” oluşturulması. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının bağımsız ve sivil bir insan hakları kurumuna dönüştürülmesi. 5- İşkenceye karşı BM sözleşmesinin ihtiyari protokolünün onaylanmasına dair tasarının meclise sunularak işkence ve kötü muameleyle mücadelenin uluslararası denetim boyutunun pekiştirilmesi; 6- Bugüne kadar isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine yerel talep olması halinde mevzuat hükümlerine uygun olarak eski isimlerinin verilmesi. 7- Siyasi partilerin seçim çalışmalarında “vatandaşların” kullandığı dil ve lehçelerde propaganda hakkı ve özgürlüğü tanınması.
İşte devletin açılımının ilk somut çerçevesi bu şekilde formülasyonlaştırılabilir. Bunlardan kimisinin Kürt Ulusal Hareketinin taleplerinin içinde, birer uzantı niteliğini taşıdığı söylenebilir. Ama Ulusal Hareketin ana taleplerinin yakınından bile geçmeyen bir açılım olduğu da aşikardır. Bu 7 maddenin ilk üç maddesi kısa, 4. ve sonraki maddeleri orta vadeli değişiklikler şeklinde sunulmuştur. Uzun vadede ise çok genel olarak bir anayasa değişikliği vaat edilmiştir. Bu anayasa değişiminde ne olacağı değil ama nelere dokunulmayacağı o ünlü faşist-tekçi formülasyonla “tek devlet”, “tek vatan”, “tek millet”, “tek bayrak” şeklinde ifade edilmiştir. Yani kayda değer tek vaadi Kürtçenin seçmeli dil olarak eğitiminin yapılmasına olanak sunulabileceği yönlü eğilimidir. Ki bu da muğlak ve içinin nasıl doldurulacağı belirsizdir. Kürtlerin kolektif haklarının, kendi kendini yönetmesinin olanaklarının ise söz konusu olmayacağı büyük harflerle dillendirilmektedir.
13 Kasım meclis oturumu dört aydır şişirilen demokratik açılım balonunun havasının alındığı bir iğne işlevi görmüştür. Devlet, AKP temsiliyetiyle ırkçı, faşist söylemlerin çekincesiz, örtüsüz, hatta en süslü şekilde uçlara vardırılarak CHP ve MHP’de dile gelmiş haline karşı kardeşlik tonlu barış, demokratikleşme retoriğiyle yüklenmiş bir söylem ve tutumla Kürtleri kandırmanın, uyuşturmanın ve kendi politikasına yedeklemenin gayretini vermiştir. CHP ve MHP’ye karşı Kürtlerin hakları için vuruşan, dövüşen bir algı oluşması için adeta meclisi bir oyun bahçesine çevirmişlerdir. Kimi kültürel, kimliksel haklarla bunu süsleyerek ulusal hareketin tasfiyesi için yeni adımlar atmanın politikasını yapmıştır.
Burada hemen belirtelim ki devletin Kürtler için öngördüğü belli haklar neo-liberal politikalar ve AB eksenli uyum yasalarının birer parçası olma özelliğine de sahiptir. Zira Türk egemen sınıfları emperyalist ekonomik politikaların ve bu bağlamda kendi çıkarlarının gerçekleşmesi için bahsi geçen “demokratik paketi” yaşama geçirmek zorundadır. Sermayenin birikim meselesini neo-liberal politikalar ekseninde gerçekleştirmesi için asgari düzeyde üst yapıda bu yönlü liberal kokulu argümanlar ve düzenlemeler zorunludur. Türk komprador burjuvazisinin ve büyük toprak ağalarının içinden geçilen süreçte buna ihtiyaç duyduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu ihtiyacı karşılarken arsızca Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiyenin bir materyaline çeviriyor bunu. Kürt ulusal sorununu AB’nin bireysel kültürel ve demokratik hakları çerçevesine yerleştirerek ele almaya çalışıyor.
Barış Grupları girişiminde devletin bu grupları kendi amacına, politikasına payanda yapma amacı, yani silahlı güçlerin tasfiyesinde ilk adım propagandasıyla bu gruplara tasfiye kılıfı giydirme gereği Kürt halkının sahiplenişiyle boşa çıkarılmış; bu, devletin dengesini bozarak yapacağı yeni hamleleri tümüyle etkilemiştir. Bu mecliste tartışma konularına ve sorunun ele alınışına da yansımıştır.
Ulusal Hareket ise kendi politikasının bir uzantısı olarak, devleti zorlamanın, sıkıştırmanın avantajını elde etmiştir. Kuşkusuz oluşan tablo karşısında devletin yaptığı hamleler, savurduğu tehditler bir tedirginlik havası da oluşturmuştur ulusal hareketin bir kesimi içinde. Bu, mecliste Ahmet Türk’ün konuşmasına da yansımış, “Türk şovenizminin” hassasiyetleri gözetilerek Kürt ulusal sorunu dillendirilmeye çalışılmıştır. Nihayetinde ulusal hareketin Kürtlerin çeşitli sosyal, siyasal ve sınıfsal kesimlerini politikası etrafında kenetleme amacına karşı, devletin ulusal hareketi kendi içinde bölme, çelişkiye düşürme gayesi de söz konusudur. Yaşanan her somut adımda devletin bu çelişkiyi yaratma noktasında sarf ettiği enerji dikkate değerdir. Bu yönüyle de tam bir savaş hali vurgusu yapılmalıdır.
Ulusal hareketin esas çizgisinin, yöneliminin ve gayesinin; mevcut sistemin reforme edilerek ulusal haklarının bölgesel ve asgari düzeyde de olsa tanınması, ulusal kimliğin mevcut rejim içinde Türk egemen sınıflarıyla uzlaşılarak dilini, kültürünü yaşatmasını ve korumasını sağlamak olduğu, bunu gerçekleştirmek için mücadelesini odakladığı açıktır. Bu çizgi, yalpalayan Kürt burjuva unsurlar için dahi bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Ama bu gerçeklik belli gerginlikleri ve sürecin karşı tarafla uçlaşacak çelişkilere evrilmeden yönetilmesini de getirebiliyor, getiriyor. Yönelim uzlaşma, barışma çabaları eksenine oturduğu, bu esas amaç haline geldiği noktada “tehditler”, “şantajlar”, “hassasiyetler” vs. vurgusu bir silaha dönüşüp vurucu, parçalayıcı bir etki oluşturabiliyor. Bu yönüyle devletteki kırılgan yapının Kürt ulusal hareketi içinde de, mevcut çizgisinden dolayı var olduğunu; bu anlamıyla tavizkar yanının bu kırılganlıktan ileri geldiğini vurgulamak gerekmektedir.
Ancak burada bir fark söz konusudur. Kürt halkının devlet karşısındaki pozisyonu ve onunla kurduğu karşıtlık, bu eksendeki kararlı duruşu ve çokça beklenenin üstünde verdiği reaksiyon ve sahipleniş Kürt Ulusal Hareketi’nin olumlu dinamiklerini harekete geçiren bir güvene, devlette ise daha fazla tedirginliğe neden olmaktadır. Kürt halkının devletin hile, yalan aldatmacalarına karşı gösterdiği reaksiyon devletin tedirgin olmasında esas yandır. Bu önemlidir. Zira hareket ve hareket içindeki öznelerin tutukluğunu, olası tedirginliğini ortadan kaldırmaktadır. Politik hamlelerinde, hak taleplerinde tavizleri asgari düzeye indirgeyen faktörler olmaktadır. Kitle desteği bunun yarattığı meşruiyet ve de gücü önemli ve belirleyici bir itim olmaktadır. Kürt halkı da bu anlamıyla ulusal talepler ekseninde sıkı, kaynaşmış, militan soluklu bir mücadeleye hazır olduğunu göstermektedir. Özellikle gerillanın varlığının halkın bağrındaki bu dinamik mücadeleci yanı açığa çıkardığı, halkı ulusal talepleri doğrultusunda kenetleyen önemli bir öğe olduğunu ifade etmek gerekiyor. Kürt halkı bu anlamda en asgari düzeye çekilmiş taleplerle ulusal hareketin devletle uzlaşma arayışı içinde olduğu koşullarda; devletin bu asgari düzeye çekilmiş talepleri bile kemirip, iğdiş ederek inkar siyasetini yeniden biçimlendirmesine ve Kürt Ulusal Hareketi’nin omurgasını oluşturan silahlı güçlerin tasfiyesine karşı bir mevzi, güçlü bir barikat olma özelliğini içinde barındırmaktadır.
Nihayetinde devletin ağzında eveleyip gevelediği “Kürt açılımı” politikasının vitrini dağılmıştır. Albenili vitrini süsleyen malzemenin niteliği, içeriği, kalitesi kim için, neye hizmet amacıyla hazırlandığı daha belirgin hale gelmiştir.
Süreç şimdi bu gerçeklerin açık açık tartışıldığı bir evreden geçmektedir. Başbakan, içişleri bakanı ve bilumum devlet zevatı niyetlerini, hedeflerini örtüsüz şekilde ifade etmekten çekinmemektedirler. Kürtlerin hak ve özgürlükleri için mi değil mi tartışmasını kenara iterek “terörün esas hedef olduğu” vurgulanmaktadır. Devlet tasfiyenin gerek bölgesel temelde zeminini sağlamak gerek ülke ölçeğinde koşullarını yaratmak ve ulusal hareketi de mümkünse “yola” getirecek belli adımların atılmasını kapsayan bir süreci işletmektedir. Bu süreç ulusal sorunun “çözümünü” kapsamaktan çok, bu amaçtan ziyade; ABD emperyalizminin bölgesel düzeyde TC’ye biçtiği role uygun olarak Kürt meselesine yeni bir statü kazandırmaktır. Bu statü hem Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin etmesinin zorla gaspını korumayı hatta mümkünse belli kırıntılarla bunun pekişmesini içermekte hem de bir dış politika uzantısı olarak Kürt meselesinin bölgesel ölçekte idare edilebilir seviyeye getirilerek bir denge sağlanması ve geçici de olsa baş ağrısı olma özelliklerinden arındırılmasıdır. Zira devlet Irak Kürdistanı’ndaki federe yapının statüsünü tanıyarak, Kürt ulusal kimliğine karşı geleneksel imha ve inkar tavrında bir eşiği aşmak zorunda kalmıştır. Buna uygun olarak kendi sınırları içindeki Kürt meselesine de yeni bir biçim vermek zorundadır. Bunu gerçekleştirmeksizin hem bölgesel uşak rolünü oynaması zor olacak hem de bu bölgesel rolde silahlı bir direnişle uğraşmak zorunda kalması gibi her türlü dengeyi etkileyen bir faktörle karşı karşıya kalacaktır. Ki bu da istenilen, bu haliyle yönetilmesi mümkün olmayan özellikler taşımaktadır. Zira karşısındaki silahlı direniş, kendilerinin jargonuyla kabul edilebilir bir şiddet düzeyinin ötesinde bir güç ve etkinliğe sahiptir. Ve bu hareket yeni doğmuş, deneyimsiz bir silahlı güç değil; 30 yıldır devlet ile savaş halinde olan böyle bir tarihsel deneyime ve Kürtler içinde köklü bir örgütlenmeye sahip olan bir harekettir.
Yani şiddet, imha, inkar ve asimilasyonun en kaba, en vahşi hallerinin test edildiği, Kürtlerin bu örs ve çekiç arasında pişerek, direnerek ulusal kimliği için bedel ödeyip, mücadele yürüttüğü bir sürecin yaşanması söz konusudur. Bu en faşizan baskılar, yöntemler karşısında Türk egemen sınıfları bir başarı sağlayamadı. Bu cumhuriyet ve öncesi Osmanlı tarihine dayanan köklü bir ulusal sorun olma özelliği ile bir birikime sahiptir. Bugün bu kaba inkar, asimilasyon politikasıyla Kürt ulusunun Türk devletinin milli baskı ve boyunduruğu altında tutularak sürecin yönetilmesi milli baskının bu şekilde gerçekleşmesi zordur. Bu, bölgesel gelişmelerle oluşan dengeler açısından da, TC’nin bu dengelerde üstlenmek istediği rolün gereği açısından yani bir nevi yüksek, üst düzey çıkarlarının gerçekleşmesinin sağlanması için de mevcut durumu koruma siyaseti geçersizdir.
Bu durumda Kürt ulusunun ulusal haklarının inkarı, gaspı ve ilhakın sürdürülmesini, başka yöntemlerle ve argümanlarla gerçekleştirmeyi gerektiriyor. Burada esas mesele devletin itibarsızlaşan, çürüyen, açık veren yanlarının restore edilerek bir nevi kendi özünü-niteliğini koruyarak mümkünse kabuk değiştirme değilse tamir edilerek, devletin kendini daha güçlü bir şekilde yeniden gerçekleştirmesi, sağlamlaşmış bir mekanizmayla kendini pekiştirmesidir.
Bölgesel rollerinde, “komşularla sıfır problemle” Ortadoğu, Balkanlar, Uzak Asya, Orta Asya’daki ihtilaflı, çatışmalı her sorunda uzlaştırıcı “barış meleği” misyonuyla telaşlı koşturmacalarında, Ergenekon temizliğinde, AB eksenli yasal düzenlemelerde, Kıbrıs meselesinde, Ermenistan’la imzalanan protokollerde ve de Kürt meselesinde bir eşgüdüm, senkronizasyon devletin kendini bir sürece hazırlamasını, Batı emperyalizminin ve özelde ABD’nin bölgesel hesaplarına uygun kendi çıkarlarını bağladığı bir sürece hazırlığı içeren komplike bir süreçtir.
Bu sürecin bütününde karşı-devrimci, ezilen ulus ve halklara karşı daha donanımlı bir ekonomik, siyasi, ideolojik, askeri örgütlü saldırı, “komşularla sıfır problem” diyerek bölgesel çelişkilerde etkinlik alanı yaratma kaygısı Kürt meselesinde “çözüm arayışları”, bu eksende izlenen politikalar bu gerici zemine-çıkara dayanmaktadır. TC’ye bölgesel anlamda emperyalistlerin biçtiği rol önemlidir. Bunun selameti için TC’nin lehine olan ilişkilere yol verilmeye çalışılmaktadır. Bunu Kıbrıs Cumhuriyeti lideri Dimitris Hıristofyas “Uluslararası toplum zamanında Hitler’e verdiği tavizleri Türkiye’ye şimdi veriyor” diyerek tepki koyarak ifade etmekte. “Uluslararası toplumun” emperyalizmin kodu olduğunu göz önüne alarak ve belli politik amaçlı abartıları bir kenara koyarsak yapılan vurgu ve serzeniş dikkate değerdir. Bu anlamda devletin heyecan, telaş ve acele- sini anlamak daha da kolaylaşacaktır. Kürt meselesindeki yeni biçim arayışları ve buna olan ihtiyacını da.
Bu yönüyle yaşanan gelişmeler, kastedilen “tarihi fırsat” hesaplarının şifrelerini çözmüştür. TC’nin tarihi fırsat diye ifade ettiği şey Kürtlere belli ve sınırlı siyasal- kültürel-bireysel haklar tanıyarak bir “çözüldü” algısıyla Kürt Ulusal Hareketi’ni gerici bölge devletleri ve emperyalistlerle birlikte sıkıştırarak tasfiyeye tabi tutmaktır. “Çözüm” algısının ana yönü bu tasfiye planıdır. Ancak Kürt Ulusal Hareketinin de sürece dahil olabileceği seçenekler üzerinde de çalışıldığı açıktır. Dolaylı da olsa Kürt Ulusal Hareketinin ve önderliğinin muhatap alındığı ve bu anlamda uzlaşı kanallarının kapatılmadığı da belirtilmelidir. Fakat “çözüm” anlayışlarının arasındaki mesafenin hala epey açık olması gerçeği de vardır. Bu sürecin silahlı güçler üzerindeki yeni konumlanış ve belli çerçevesi kolektif hakları kapsayabilecek siyasal-kültürel haklar üzerinde uzlaşılıp, konsensüs sağlanmayacağı anlamını da taşımıyor. Ne pahasına nelerin verileceği ise çatışma, gerilim ekseninde bir taktik savaşıyla yönünü bulacaktır. Ya da süreç başka şekilde ilerleme kaygılarına girecektir… Sürecin niteliği, tarafların ihtiyaçları ve ana yönelimleri şiddetli siyasi yollarla çatışmaların durağanlaşmadan, ancak ara uzlaşmalar ve uğraklarla ilerleyeceğine işarettir.
Burada hemen bir parantez açarak muhataplık eksenindeki devletin yaklaşımına değinmek gerekiyor. Bu konuda devletin yarattığı, “terör” umacısının bugün devleti belli yönleriyle terlettiği tespiti yanlış olmayacaktır. Ancak bunun da ötesinde, Kürt Hareketinin meseleyi ele alışındaki dinamik yönleri ve Kürt halkıyla iç içe geçmiş yönleri ve ileri duruşu ulusal hareketin muhatap alınmadan onu marjinalize ederek eritmeye odaklamakta, bunu önceleyen tutum almaktadır. Bu açılım sürecinde devletin muhatapsız çözüm söylemi itibarı yerlerde sürünecek bir tutarsızlığa büründü.
“Muhatap millettir” gibi tarihlerinde çok rastlanan bir zihniyetin klasik üretimi yanında, yine tarihlerinde çok rastlanan bir yöntemle kendi faşist tutumunun mağduru olan, ama zamanın aşındırıcılığı ve politikanın cilvelerinden biri olarak bugün Kürt Ulusal Hareketinin karşıtı pozisyonunda duran popüler simaları kullanarak Kürt açılımına bu yönüyle bir destek yaratmaya çalışmaktadır. Kürt Ulusal Hareketinin döküntüleri olan Osman Öcalan ve Yaşar Kaya gibi unsurların yanında, kıdemli revizyonist “Kürt siyasetçi” etiketli Kemal Burkay gibi unsurlara utanarak adını koyamadıkları bir muhataplık arayışındalar. Bu eksende ulusal hareketten kopmuş, bugün Irak Kürdistanı’nda ve Avrupa’da ikame eden unsurların politize edilerek “geri dönüşçü” kimliği giydirilme ve böylece açılıma imaj kazandırma çabası dikkat çekicidir.
Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt halkı içinde itibarları zayıf bu unsurların kullanılması ve buradan medet umar hale gelmesi devletin perişanlığının kanıtı olduğu kadar, Osmanlıdan kalan tipik oyunlarının yani her yolun denenerek sürecin ilerletilmeye çalışılması olarak yorumlanmalıdır. Kürt Ulusal Hareketini devre dışı bırakacak, zayıflatacak her materyal kullanılmaktadır. Kürt ulusunun iradesinin bu yolla parçalanarak, kendi politikasına daha kolay angaje olabilecek elinde hiçbir gücü olmayan politik aktörleri kullanmaya çalışmaktadır. Bu süreçte “muhatap millet” demagojisinden şimdilik bu yöntemin yoklandığı zemine gelgitler yaşanıyor.
Tabi bu başka taktiklerle atılan adımlar, yapılan hamleler kavganın esas taraflarını ortadan kaldırmıyor, gerçek örtülemiyor. Bu iki taraf arasında ara durakların zorlanıp nabız yoklamalarının yaşandığı süreç devam ediyor. Barış gruplarının girişimi ve devletin bu grupları tutuklamaması bu amacı taşıyordu. Ancak konunun ağırlığı ve devletin bu me- seledeki hassasiyetleri ara uğrak süreçlerin bile gerçekleşmesinde ne denli güçlükler olduğunu gösterir mahiyettedir.
Ancak genel eğilim dur-kalk halinde de olsa bu sürecin ilerleyeceğinin işaretleri ile doludur. Zira taraflar birbirlerinin ihtiyaçlarını ve yönelimlerini çözümleyip bunların gerçekleşmesinde ellerindeki kozları birer tehdit olarak kullanıyor.
Kürt Ulusal Hareketinin devletin Kürt meselesine dair “çözüme” (biz buna yeni bir statü diyoruz) neden ihtiyaç duyduğuna ve bunun gerçekleşmesinin devletin bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmek için de elzem olduğuna dair vurguları dikkat çekicidir. Bir yandan devlete süreçte hangi ihtiyaçların ortaya çıktığına dair hakimiyetini göstererek buna göre politika belirleyeceğini, bunun için de elindeki kozların neler olduğunu ifade ederken; diğer yanıyla Kürt meselesinin kendi rızasının alınarak, kendisinin ikna edilerek talep ettiği hakların tanınarak bu sürecin daha kolay işleyeceğine iknaya çalışmaktadır. Kuşkusuz bu yaklaşım politik manevra olduğu kadar yani sürecin ortaya çıkardığı olanakları kullanarak Kürt ulusal haklarının kazanılması ve Barış politikasının tesisi için kullanılmaya çalışılırken diğer yönüyle devletin bölgesel gerici politikalarının gerçekleşmesi için kolaylaştırıcı nesnel zemini sunmayı içermektedir.
Bu konuda 19 Ekim 2009 tarihli Günlük Gazetesinde Adil Bayram imzalı bir köşe yazısından uzunca bir alıntı yaparak ne dendiğine bir bakmakta fayda var: “Kürt sorununu çözmeyen ve Kürtlerin desteğini almayan bir Türkiye, Kürtlerle çatışma içinde olarak Suriye ve Irak ile nasıl dostluk ilişkisi içinde olacak ve Ortadoğu’ya açılacaktır? Bir kere buna gücü yetmez. Diğer yandan Kürtlerle yaşanacak çelişki ve çatışma, barışı ve dostluğu değil, savaşı ve düşmanlığı geliştirir. Yani Kürt sorununu çözmeden ve Kürtlerle ilişkilerini düzeltip desteğini almadan Türkiye Ortadoğu’ya açılamaz ve etkili olamaz” denilerek, yazının devamında Osmanlının tarihine atıf yapılarak 16. yüzyılda Avrupa’yı fethi girişiminin başarısız olmasıyla, ancak Ortadoğu’ya yönelerek imparatorluk olabildiği vurgusu yapılıyor ve bu tarihsel kesitte Osmanlının Kürt ittifakına atıf yaparak günümüzdeki Türkiye’nin politikasıyla analoji yapılarak bunun stratejik gerekliliği işleniyor. Bu Ortadoğu politikası içinse demokratik zihniyeti ve barış (Kürtlerle) şart koşuluyor.
Kendi Kaderini Tayin Mi?
Kürt ulusal Hareketi demokratik ve barışçıl çözüm ekseninde bir strateji ile ulusal hakların kazanılması ve bunun birlikte bir arada yaşama iradesi ekseninde olacağını uzun süredir ifade ediyor.
1990’ların ortasında federasyondan 1999’da daha köklü bir değişimle “Demokratik konfederalizm”e uzanan bir çizgi değişimiyle ulusal haklarını talep haline getirdi. Devletle uzlaşarak bir arada yaşama koşullarının zorlandığı (üniter yapının korunması, tek bayrağın kabulü, devletin kendi yönetim aygıtlarıyla bölgede varlığını sürdürmesine saygı vs.yi net ifade ederek) bu anlamda Kürt ulusunun inkar edilen, yok sayılan belli haklarının kazanılmaya çalışıldığı bir “çözüm” projesi geliştirildi. Denilebilir ki Kürt Ulusal Hareketi yönetme ve egemenliğini korumada, Türk egemen sınıflarının zorla elde ettiği/gasp ettiği ulusal ayrıcalıkların korunmasına belli oranda rıza göstermektedir. Bu anlamda çözüm projesi Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkını elde etmesini içermemektedir.
Kürt Ulusal Hareketi evet çerçevesi geniş ve kuşkusuz faşist devletin temel kuruluş felsefesini sarsarak önemli oranda parçalayacak demokratik eksende bir talepler manzumesine sahiptir. “Kimlik sorunu, dil sorunu, siyaset yapma sorunu” gibi en temel ulusal haklara özgürlük meselesini öncelikli görmektedir. Bunların hepsi Kürtlerin ulusal haklarının, kendini ifade edip geliştirme ve ulusal özgürlüğünün bir parçasıdır. Hatta yer yer (kısmi ve sınırlanmış da olsa) kendini yönetme hakkı da dillendirilerek bu çıta yükseltilmektedir. Bu eksen, devletin zorla elde ettiği ayrıcalıkları, Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkının gaspının ortadan kaldırılmasını kuşkusuz içermiyor. Bu ulusal baskının gevşetilmesidir, hepsi bu…
Temel çözümün bir arada yaşama, Türk egemen sınıflarıyla uzlaşarak onların imtiyazlarını ve ulusal ayrıcalıklarını tanıma ekseninde bir barış politikasıyla şekillendiği noktada; kendi örgütsel gücünü ve temsil hakkını elde ettiği Kürt ulusunun belli haklarını elde etme uğruna Türk egemenlerinin daha geniş çıkarları için müttefiklik bağlamına taşıyabiliyor. Bu, ulusal hareketin sınıfsal niteliğiyle, ideolojik formasyonuyla ilgili bir sorundur. Kendi ulusal çıkarlarının gerçekleşmesi ekseninde ezilenler cephesinde meseleye bakış daha da flulaşır. Kendisi için ulusal imtiyazlar elde etme siyaseti Türk hakim sınıflarının bölge çapında ulusal imtiyazlar elde etme siyasetiyle birleştiriliyor. Bu anlamda başka başka niteliklerle de olsa Kürt Ulusal Hareketinin de faşist Türk devletinin de Kürt meselesinin bölgesel bağlamda oturduğu yerde politik çıkarları çakışmaktadır. Bu çakışmayı, Kürt Ulusal Hareketi, ulusal hakların kazanılmasının bir uzantısı, bir bağlaşığı olarak ele almaya çalışmaktadır. Bu noktada Türk egemenlerinin batı emperyalizminin ve özelde de ABD emperyalizminin biçtiği rol gereği Ortadoğu’daki politikalarının gerici yönüne karşı duyarsızlaştığı, bunu bir yana ittiği söylenebilir.
Ancak ulusal sorunun ele alınışında bu meseleler, faktörler dışsal unsurlardır. Bu sorunu etkileyen dışsal gelişmelerdir. Meselenin üzerindeki bu dışsal tesirlerin süreçte çakışması ulusal sorun bağlamında talidir. Ulusal sorunun çözümünde belirleyici bir öğe gibi ele alarak komünistlerin tavırlarını belirleyeceği bir olgu değildir.
Komünistler için burada esas belirleyici öğe Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkının kayıtsız şartsız oluşmasıdır. Bunun hangi koşullarda oluştuğu, hangi politik konjonktüre denk geldiği, hangi yöntem ve mücadele biçimleriyle elde edildiği talidir. KKTH’nin gerçekleşip gerçekleşmediği, ezilen ulusların tam hak eşitliğine kavuşup kavuşmadığı, ezilen bağımlı ulusun bir ulus olarak üzerindeki tüm baskıların, ilhakların, zorbalıkların kaldırılıp kaldırılmadığı önemlidir. Ulusal sorunun çözümünde tutunulacak çıpa burasıdır. Bunu temel eksen kabul etmeyen hiçbir çözüm anlayışının arkasında durup o çözümün destekçisi olunamaz.
Yeniden bu eksende Kürt Ulusal Hareketinin çizgisine değinmek ve yaklaşımımızı ifade etmek gerekiyor.
Ulusal sorunun barışçıl, demokratik çözüm politikası sorunun niteliği gereği mümkündür. Bu tür bir yöntemi ilke olarak reddetmeyiz. Bunun verili koşullarda (emperyalizm koşullarında) ne kadar mümkün olacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ama barışçıl bir çözüm ulusal sorunda savunulabilir. Hatta pratikte meselenin çözüme kavuşması sağlanabilir.
Bu anlamda bu talepte bulunan ulusal hareketin çözüm politikasını irdelemek, meselenin çözümüne dair yaklaşımını referans almak gerekmektedir. Yoksa kullandığı mücadele biçimi, örgütlenme araçları bu bağlamda talidir. Bunlar başka özelliklerin ve niteliklerin değerlendirmesinde belli parametreler olarak işlev görürler, görebilirler.
Ulusal sorunun çözümünde devrimci politika ve ilke Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkının kazanılmasıdır. Çünkü ezen ulus egemenlerinin gasp ettiği ve bundan vazgeçmemek için defalarca savaş vermeyi göze aldığı, her türlü baskı-asimilasyon-sindirme ve sürgün vs. yolları denediği, her türlü katliamdan geri durmayarak ulusal özgürlük talebinin baskılandığı, en sıkıştığı noktada büyük ulus-egemen ulus olma “ayrıcalığıyla” belli hakları bahşedercesine kendi imtiyazlarını ve ayrıcalıklarını koruyarak ezilen ulusa belli güvenceler sağladığı bir eşitsizlik ilişkisidir söz konusu olan. Bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması ulusal sorunun çözümünü içerecektir. Türk egemen sınıflarından “Kürtlerin ulusal haklarının, dilinin, kültürünün, kimliğinin, örgütlenme hakkının, kendi kendini yönetme özerkliğinin vs. güvenceye alınması, bu konuda güvence verilmesi” talebi dahi egemen ulus ayrıcalığının KORUNMASINI içermektedir. Ulusal sorunun çözümünde egemen-ezen ulusun vereceği bir güvence önemli olmakla birlikte sorunun çözümünü içermez. Düne kadar başka biçimde sağladığı egemenliğini, yeni bir biçime büründürerek sürdürmesi demektir. Herhangi bir anayasal güvence ile ezilen ulusun haklarının korunması da egemen-ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki tahakküm ve ilhakının devamındaki yeni bir biçimdir, yeni argümanlardır. Kuşkusuz reforme edilmiş, ezilen ulusun haklarının genişlediği ama temelde eşitliğe dayanması gereken ulusal ilişkilerin gerçekleşmediği, bu yönüyle bir ulusun kendi gelişimini ve hakkını sağlayamadığı koşulların devam etmesi demektir.
Kürt ulusal sorununda çözüm bu eşitsizliğin en ufak zerresine kadar parçalanıp, berhava edilmesi meselesidir. Bunun savaşla ya da barışla; silahlı ya da silahsız, gönüllü ya da zoraki olmasının hiçbir önemi yoktur. Mesele bunun gerçekleşmesidir. Bu eşitsizliğin kökten kaldırılmasını bir program halinde savunarak bunun mücadelesine durmak ve bunu savunmak devrimci, köklü bir çözümü içerir. Kendi Kaderini Tayin Hakkı elinden alınmış bir ulusun bu hakkı kazanması ya da bu hakkın tanınmasını sağlamak belirleyicidir devrimci çözümde. Bu eksene oturmuş çözüm politikalarını sahiplenmek, savunmak ve mücadelesine destek olmak devrimci bir görevdir.
Ancak Kürt Ulusal Hareketi sorunun ele alınmasında iradesini reformcu bir çözümden yana koymuştur. Ulusal gelişimin olanaklarını ve ulusal hakların sınırını bu eksene oturtmuştur. Türk milleti dışındaki farklı ulus (Kürtler) ve milliyetlere de dil, kültür, kimlik, örgütlenme, kendini ifade etme, bu eksende legal siyaset yapma hakkının yasal ve anayasal güvenceye alınarak sorunun çözüleceğine dair bir anlayış benimsemiştir. Barış politikasını, demokratik çözümünü bu taleplerle formülleştirmiştir. Yani Kürt kimliğinin tanınmasına, kendini örgütlemesine, eğitimini yapmasına, geliştirmesine, dilini kullanmasına, kültürünü yaşatmasına anayasal güvence ile barışın, demokratik eşitliğin sağlanacağını savunmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu politika ulusal sorunun çözümünü içermiyor. Bu, ulusal sorunun YENİ BİR STATÜ KAZANMASINI İÇERİYOR. Bu anlamıyla da sistem içi, ezen ulusun ayrıcalıklarının Kürt ulusu adına onun hareketinin tanıdığı yeni bir SÖZLEŞME talep ediliyor. Tabi bu aynı zamanda Türk egemen sınıflarının da Kürtlerin haklarının genişletilerek tanınmasını kapsıyor. Yani Türk egemen sınıflarının milli baskısını tavsatıp belli yönleriyle dağıtmayı da içeriyor. Bu devrimci bir çözüm değil tipik karakteristik reformcu bir çözümdür.
Kürt Ulusal Hareketinin ortaya koyduğu çözüm projesi bu anlamıyla belli ulusal haklardan feragat içermektedir. Bu yönüyle reformcu bir niteliğe sahiptir. Devrimci bir çözümü içermediği noktada bu çözüm anlayışını ve projesini desteklemek doğru bir yaklaşım olmaz. Günün devrimci görevini Kürt Ulusal Hareketinin devletle reformlar karşılığında uzlaşmasını ve “kanın durarak” barışın tesisinin sağlanması eksenli çözümü desteklemek olarak belirlemek, bu yaklaşıma angaje olmayı benimsemek ulusal sorunun çözümün de reformcu çizgiyi kabul etmek anlamına gelecektir.
Sürece Yönelik İki Hatalı Tutum Ve Devrimci Yaklaşım
Kürt meselesinde sürecin gelişmelerini ve alınacak pozisyonu ak ve kara düşünmek hata olur. Özellikle içinden geçilen sürecin bir tasfiye süreci olduğu gerekçesi ile Kürt ulusal hakları eksenindeki talepleri de, kazanımları da bunun gerçekleşmesine yönelik stabilizasyon olarak görerek bu sürecin aynı zamanda demokratik hakların genişletilmesine el veren olanakları doğurması gerçekliğine karşı duyarsız kalmak sürecin ESAS ve TALİ yönleri olduğunu görmeksizin bu ikili yanı yadsımaya götürür. Kuşkusuz burada Kürt ulusunun haklarını içeren taleplerin kazanılması ve bunun mücadelesi desteklenmelidir. Bu, sürecin tasfiye ve tasfiyecilik yanına karşı duruşta bir zafiyeti değil, tam tersine bir direnci ve duruşu getirir.
Yine Kürt ulusal meselesindeki ilerlemeleri ve gelişmeleri salt emperyalizm bağlamına oturtmak ve Kürt ulusal haklarının genişlemesine “emperyalizm irtibatlı çözüm üretiliyor” denilerek bir karşıtlık oluşturmak idealist bir yaklaşımın ürünüdür. Bu felsefi yaklaşımdan gıdasını alan anlayışın politik yansıması ise: Türk devletinin şovenist, ezen ulus milliyetçiliği ile aldığı pozisyon ve ABD emperyalizmi ile uşak-efendi ilişkisi bağlamındaki özellikleri ile uşak-efendi ilişkisi bağlamındaki özellikleri ile Kürt Ulusal Hareketinin bulunduğu reformcu zemini ve Türk egemen sınıflarıyla uzlaşma zeminindeki barış politikasını aynı kefeye koyarak; yoğunlaştırılmış bir anti-ABD ve anti-emperyalist söylemle meseleyi tek taraflı ele alan sonuca götürür. Kuşkusuz bu yaklaşım sosyal-şovenist yaklaşımla devletin değirmenine su taşımak anlamına gelir. İnceltilmiş bir şekilde ezen ulus ve ezilen ulus milliyetçiliğini eşitleme politikasıdır bu. Kuşkusuz meselenin pazar eksenine oturan bu yönüne karşı, yani burjuva-feodal çıkarların gerçekleşmesi çatışkısı bizim için taraf olunacak bir yönü içermez. Biz bu duruma karşı taraf olmayız. Ama ezilen ulusun bağımlılığına karşı ezen ulusun egemenliğine karşı keskin uzlaşmaz bir mücadele içinde oluruz. Bu yönüyle ezilen ulusun demokratik, kültürel, kimlik eksenli haklarının kazanılmasını destekleriz. Bunun mücadelesinin bir parçası, tarafı oluruz.
Gelişmeleri, süreci tek yanlı yaklaşımla ele almak ya ulusal sorunun reformcu çözümüne çanak tutup derinleşen çözümsüzlüğe ezilen ulusun mahkum olmasına ve ezen ulus boyunduruğunun ve her türlü milli baskısının “çözüm” adı altında ambalajlanıp sunulmasına objektif olarak katkı sunma durumu gibi ağır bir politik gaflet içinde kalınır; ya da emperyalist politikalar, tasfiye vs. gibi tespitlerin arkasına sığınıp sürecin aynı zamanda ulusal eşitsizliği, ezilen ulus lehine ilerleten, ezen ulus baskısını ve haksızlığını gerileten yönleri de içerdiğini görmeksizin hareketsiz, seyirci bir tutumla tavırsız kalmayı getirecektir.
Her ikisi de hatalıdır. Doğru tutum ulusal sorunun barışçıl çözümüne dair reformcu eksende bir uzlaşı ile ezilen ulusun bağımlılığına dair tavır almak, devletin Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin etme hakkını kayıtsız şartsız tanıması yönlü bir politik tavır takınmaktır.
“Barış, ille de barış” çığırtkanlığı bizzat savaşın bir tarafı olan ulusal hareketten daha fazla bilumum reformist çevre (sosyal şoven eğilimli TKP’nin belli farklılığı söz konusudur. Reformist çevrede en geri tavra sahip bu kesimi kaydetmek gerekir) ve kimi devrimci özneler tarafından dillendirilmektedir. Barışçıl, uzlaşmaya dayanan çözümü KKTH eksenine oturtmadan sahiplenen, ulusal hareketin politikasını temel referans ve çözüm olarak sahiplenen bu yaklaşımlar bu konudaki anayasal çözüme dair algılarından, buradan çıkacak sonuçlara dair beklentilerden dolayı bu duruş içindeler. Temel beklenti ve eğilim devletin burjuva demokrasisine evrilmesi ya da bunun eksik yanlarının gerçekleşmesidir. Bu konuda en temel eksiğin ya da şu andaki sorunun Kürt ulusal sorunu olduğu odaklı yaklaşımın reformcu çözüm türevleridir. Özellikle reformist kesimin her türlü silahlı direniş ve mücadele karşısındaki ürkekliği, buna karşı soğuk duruşu ise ayrıca not edilmelidir.
Sınıfsal karakterleri ve nitelikleri gereği her türlü uzlaşmayı kutsayan bu siyasal anlayışlar Kürt Ulusal Hareketinin de uzlaşma politikasının en aktif uzantısı ol- maktan geri durmamaktadırlar. Bu uzlaşmanın, sorunun “çözümü”nü içermemesi gerçekliğine ise “Kürt ulusunun iradesi” gibi oportünist bir tutumla yaklaşıp buraya yaslanarak meseleyi geçiştirmeyi yeğlemektedir. Böylece bir ulusun gayet makul olan taleplerini ve güçlü barış talebini üstelik bir arada yaşama iradesini gösteren tutumunu anlatmanın, devlete rahat şekilde basınç uygulamanın “cüretine” kavuşmuş oluyorlar. Politik anlamda ürkekliğin tipik bir tezahürüdür bu. Kuşkusuz bu tutum görünüşte sadece Kürt ulusunun çıkarına gibi gözükmektedir. Oysa takınılan tavır Türk ulus ayrıcalıklarının, milli baskısının korunmasına katkıdır.
Oysa bu oportünist ve reformist kesim de pekala bilmektedir ki o kendi kategorik ayrımlarıyla “Türk işçi ve emekçi sınıflarını” temsil iddiaları, bu “yüksek” sorumluluğun gereği salt ezilen ulusun hareketinin talepleriyle değil UKKTH eksenine oturtarak Türk egemen sınıflarıyla mücadeleye yöneltmelerini gerektirir. Kürt ulusal hareketiyle bu noktada pekala güçlü bir ortak hareket sağlanabilir. Oysa yapılan, KKTH’nin basbayağı reddini içeren bir çözümün sağlanması, ulusal sorunun bu şekilde hallolmasını amaçlamaktadır. Bu da ezilen ulusun yanında gibi görünen ancak ezen ulusun ayrıcalığına, onun milli baskısına onay veren bir tutumdur. “Türk” reformizminin ve oportünizminin kanında dolaşan, pratiğinde somutlaşan barış politikası Türk egemenlerinin milli baskısının devamını içermekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bu kesim Kürt Ulusal hareketinin çözüm anlayışı ve teorisi ile de kendine bu yönüyle bir zemin bulmuş, deyim yerindeyse köpeksiz köyde değneksiz dolaşmanın keyfini çatarak görev ifa etmenin, daha doğru bir ifade ile görev savuşturmanın huzurunu yaşamaktadırlar. Ya da Lenin yoldaşın ifadeleriyle “hoş olmayan ama şüphe götürmeyen gerçeklerden kurtulmak için romantik hülyaların puslu tepelerine sığınmayı” tercih etmektedirler. (Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sf. 43)
Bir dikkate değer sapma da Kürt ulusal hareketinin girdiği reformcu uzlaşmacı yönelime dair eleştirel tutumla pozisyon alınırken, çözüm politikasına eleştiri getirilirken ve doğru çözümü sıralarken, bu ulusal talepleri “Kürt işçi ve emekçileriyle” sınırlama gibi bir sınıfsal kategori oluşturmaktır. Bu yaklaşım, Kürt burjuva sınıfıyla araya mesafe koyma kaygısı adına yapılmaktadır! Ancak bu yapılırken UKKTH içeren ulusal sorun çözümü “Kürt işçi ve emekçi” sınıfının talebiymiş gibi bir sonuç çıkıyor. Bu yaklaşım ulusal sorundan hiçbir şey anlamamaktır. Bu yaklaşım KKTH gibi devrimci çözümlerin ezilen ulus burjuvazisinin talepleri olamayacağı gibi bir teorik sapmadan ileri gelmektedir. Bu başka sapmalara da yol açan bir dizi oportünist, revizyonist eğilimin sistemleşmesine yol açar. Kürt işçi ve emekçileri ile Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları arasındaki sınıfsal çelişkileri ve ortak ulusal çıkar kaygılarını görmemeyi getirir. En önemlisi ulusal sorunda ezilen ulus burjuvazisini dışlayan onun sorunu olma özelliğinden çıkaran bir yaklaşımı barındırır. Oysa egemen ulusun, ulusal baskıyı her şeyden önce pazar sorunundan kaynaklı ezilen ulus burjuvazisi (ve küçük toprak ağaları) üzerinde uyguladığı gerçeğini göz ardı eder. Bu konudaki önemli Marksist tespiti reddetmeye götürür. Bu katkıyı basit bir vurguyla, kategorik ayrımla ortadan kaldıran revizyonist bir tutumdur.
Kürt ulusal meselesinin geldiği noktayı, bu soruna yaklaşımı temel ilkelerimizi esnetmeksizin ve oklarımızı Türk egemen sınıflarının milli baskısına yönelterek; her türden oportünist yaklaşımla aramızdaki mesafeyi koruyarak; ulusal hareket gerçekliğini ve onun taleplerini ve bugün ulusal soruna dair yaklaşımlarını-çözüm politikasını bu meseledeki temel çözüm ekseninde eleştiriye tabi tutarak, açmazlarına işaret ederek pratik-politik tavır takınmalıyız. Meselenin ulusal sorun olması gerçekliğiyle ve ülke koşullarında aldığı biçim ve özgünlükle somut politikalar üretmeliyiz. Görünen yanlarıyla değil, meselenin esas ve tali yönlerini ayırarak ele almak hareket kabiliyetimizi artıracaktır. Bu meselede oklarımızı isabetli ve doğru yerlere göndermemizi sağlayacaktır.
Bir kez daha belirtelim barış ve uzlaşma politikası bizim bu konudaki eleştirel tutumumuzun esas yönü değildir. Barış ve uzlaşma ulusal sorunun çözüm politikası olabilir ve bu desteklenebilir. Ancak bunun içeriğinin ne olacağı ne olduğu önemlidir. Biz bu konuda barışa, demokratik çözüme evet deriz, ancak bunun mümkünatını ezilen ulusun Kendi Kaderinin Tayin Hakkının hiçbir şart ve koşula bağlanmaksızın kabul edilmesinin sağlanması ve bunun gerçekleşmesi olarak görürüz. Bu eksene oturan çözümün barış politikasıyla olmasında sorun yoktur.
Kürt ulusal sorununda ise mesele UKKTH eksenli bir içeriğin bizzat ulusal hareket tarafından dillendirilmemesidir. Oluşturduğu iradeyi bağımlılığın esnetilerek, ulusal kimlik gelişiminin belli koşullarının sistem içinde sağlanarak güvenceye alınması yönünde kullanmaktadır. Biz bu çözümü eleştirir, bu çözümün arkasında olmayız. Bu eksende silahlı ya da silahsız yöntemin kullanılması durumu değiştirmemektedir.
Ancak Kürt ulusal haklarının bu eksende ileri taşınmasında Kürt halkının kenetlenmiş militan, dirençli bir direniş ve mücadeleye odaklandığı da aşikardır. Faşist Türk devletiyle Kürt halkının bağının her geçen gün daha fazla kopması gerçekliği söz konusudur. Barış politikası ile uzlaşı aranadursun buna karşı devletin yaklaşımına karşı Kürt halkının sınıfsal dürtüleriyle birlikte düşmanını daha da iyi tanıdığı, bilincine adeta kazıdığını söylemek gerekmektedir. Barış politikası ulusal hareket nezdinde bir stratejidir, ama sorunun niteliğinden kaynaklı bu, Kürt halkının devletten kopuşuna zemin olmaktadır. Bu duruş dengeleri bozan devletin korkularını daha da depreştiren bir politik faktör olmaktadır. Kürt ulusal hareketi bu enerjiyi ve birikimi kuşkusuz kendi uzlaşı ve barış politikasının bir unsuru haline getirmeyi ustaca başarabilmektedir. Bu anlamıyla bu hareket ulusal hareketin öyle ucuz yoldan gerici devlet ve emperyalistler tarafından tasfiyesini zorlaştırmakta, ulusal hareketin özgüvenini daha da artırmaktadır. Bu noktada özellikle ulusal hareket ve devlet arasında verilen mücadelenin tam bir taktik savaşı içinde geçtiği; her hamlenin, her adımın bir uzlaşı-bir konsensüs ile değil bir avantaj sağlamayı içerdiğini, üstünlük ele geçirmeyi kapsadığı unutulmamalıdır. Sorunu, gelişmeleri belli kurgular etrafına oturtarak sürecin kotarılmaya çalışılarak ilerletildiği yaklaşımları; gelişmeleri kavramada zorluklara neden olur. Sürecin mücadeleci dinamiklerini ve özelliklerini, kitlelerin etki gücünü vs. görmemeye bu yönüyle sağlıksız sonuçlarla, doğru politik tutum benimsememeye götürür.
Bu durum gelişmelerin seyrini, evrildiği biçimi kavramamayı ve anında buna uygun pozisyon almamayı da getirir. Örneğin Barış Gruplarının gönderilmesi amaç ve hedef bakımından doğru kabul edilemez. Tasfiyeye uygun zeminin oluşmasında bir ön açıcılığı vardır. Ama bu barış gruplarının karşılanmasındaki gösterilere karşı Türk egemen sınıflarının şovenist gösteriler ve tepkiler örgütlenmesine ve buna yol verilmesine karşı reaksiyonu anında göstermek gerekir. Bu konuda, bu eksene oturtarak Türk şovenizmine karşı Kürt ulusuyla dayanışma pratiği geliştirilmelidir.
Sorunu kendi iç dinamikleriyle ve özellikleriyle kavradığımız noktada; mücadelenin aldığı biçim ve evrildiği noktalara da hakimiyet mümkün olur. O noktada ilkesel tutarlılığı bozmayan ama hareketsizliğe de mahkum olmayan, haklı olan hareketle ve kitle pratiğiyle bütünleşerek öğrenmek ve ilerlemek ve politik görevi en üst düzeyde gerçekleştirmek mümkün olabilir.