
Anlam Yoksunluğu mu, Anlamamakta Israr mı?
“Bireyin toplumsallıkla çelişmesi, insan doğasının bencilliği ve rekabetçiliği gibi argümanlarla geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşanan sosyalizmden geriye dönüşler devrimci duruşun karşısında ideolojik birer silah olarak kullanılıyor”
16 Mart 2025
Emperyalist paylaşım savaşının ayak sesleri gittikçe yükselirken ezilenler açısından silahlı mücadelenin geçerliliğini yitirdiği propagandası da yükseltilmekte. Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın her yerinde çalkantılı süreçlerin yaşandığı, işbirlikleri ve ittifakların yıldırım hızıyla değiştiği bu günlerde, kitlelerin aklı bir kez daha post-modern düşüncelerle bulandırılıyor.
Gün geçtikçe dünyanın tüm ezilen halkları ve proletaryanın koşulları daha da ağırlaşıyor. Emperyalistlerin arasında büyüyen çelişkilerle birlikte ise kazanılmış hakların kökünden kesilmeye çalışıldığına bir kez daha şahit oluyoruz. Bu nedenle de kitleler sisteme karşı mücadele etmemeleri yönünde telkin ediliyor. Bu telkinin yetmediği yerlerde sistem içi çözümlere yönlendiriliyorlar.
Emperyalist-kapitalist sistem, 1980’lerle birlikte anti-komünist mücadelede post-modern düşünceleri daha aktif biçimde kullanmaya başlamıştır. Askeri darbeler, işgal saldırıları gibi askeri müdahaleye dayanan yöntemler, komünizme karşı mücadelede yetersiz kalmıştır. Emperyalizme karşı proleter devrimlerin tüm dünyada yarattığı etki önemli ölçüde ulusal kurtuluş hareketlerinin de proletaryayla yakınlaşmasına yol açmıştır. Bunun karşısında ise post-modern saldırılar örgütlenmiştir.
Emperyalist-kapitalist sistem devrimci ve ulusal hareketleri bastırmak için geleneksel yöntemler yerine ideolojik içeriksizleştirme (devrimci söylemleri terörizm, aşırılıkçılık veya ilkel milliyetçilik gibi kavramlarla damgalayarak meşruiyetlerini aşındırma), kültürel hegemonya (medya, sanat ve akademi aracılığıyla direnişi romantik veya gereksiz gösterip tüketim kültürüne entegre etme), gericiliği köpürtme (hareketler içerisinde ataerki, şovenizm, heteroseksizm gibi ideolojik hastalıkların körüklenmesi), sistem içi çözüm dayatması (özgürlük taleplerini reform, özerklik veya insan hakları söylemine indirgeyerek devrimci potansiyeli törpüleme) gibi yöntemleri kullanmıştır.
Özellikle 1990’lardan sonra, anarşizmin farklı akımları ya da ondan beslenerek yeniden şekillenen post modern düşüncenin beslendiği kaynaklar popüler hale getirilmiştir. Komünizm yerine belirli alanlarda “komünal yaşam” sınırlı bir davayı iddia etmektedir.
İş-yaşam dengesini destekleyen politikalar, evrensel temel gelir veya kooperatif ekonomiler gibi çalışmalar bu anlamıyla yabancılaşmayı azaltmayacak, onu daha da derinleştirecektir. İnsanın insana yabancılaşması krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkan anlam yoksunluğu insanı ve gezegenin tamamını sermaye birikimi ve özel mülkiyetin yerine koyan bir modelle, komünist dünyanın inşası ile mümkün olacaktır. Ancak bu gerçek yadsınarak yerine sistem içinde “demokrasi” hayali inşa edilmiştir.
Sistemin sınır tellerinde asılı kalan anlam
Kapitalizmin yarattığı anlamsızlık hissi emperyalist politikalar ile tüm dünyada kitleleri zehirlerken devrimci veya demokratik örgütlerin bu saldırılardan etkilenmediğini söylemek saflık olacaktır. Bu örgütlerin militanları ve kadroları da bu kitleler içerisinden gelmekte, bu kitleler içerisinde çalışmalar yürütmektedir.
Bu anlamıyla elbette sistemden kopuşun gerçekleştirilip sistemin bu saldırılarının boşa çıkarılması devrimci savaşın önemli bir görevidir. Son sürecin en tehlikeli saldırısı ise bir kez daha devrim yerine “demokratik dönüşüm ve silahların bırakılması” söyleminin körüklenmesidir. Bu söylemin, varlığının en önemli kısmını sürdürdüğü silahlı mücadele oluşturan bir parti ya da önder kadroları tarafından söylenmesi ise kitlelerin burjuvazi karşısında silahsız ve umutsuz bırakılması anlamına gelmektedir.
Kapitalizm ve anlam yoksunluğu arasındaki ilişki, kapitalizmin insanın yaşamını nasıl etkilediğiyle ilgilidir. Kapitalizm, insan emeğini ve boş zamanını organize ederek, anlam arayışlarını genellikle tüketim ve kâr odaklı bir şekilde yönlendirir. Bu sistem, yaşamı anlamlandırmak yerine, onu tüketim ve bağımlılıkla sınırlı bir yapıya dönüştürür.
Ayrıca, kapitalizm yabancılaşmaya ve anlam arayışlarının yerine maddi kazanca odaklanılmasına yol açar. Bu anlamıyla sistemi kökten değiştirmek yerine sistem içi çözümlere yönelen anlayışlarla verilen mücadele anlam kaynağı olmaktan çıkıp yalnızca bir hayatta kalma aracına dönüşmüş olur. Bugüne değin verilen emek ise kâr odaklı bir meta haline gelir. Bu kapitalizmin genel düşünüş biçimidir. Bu anlamıyla yıllarca verilen emeğin kendisine yabancılaşma söz konusudur. Her şeyin bir değişim değeri olduğu düşüncesi, verilen mücadelenin maddi olmayan yönleriyle yüzleşmesiyle sonuçlanmıştır.
Ortada yiten bir anlamdan çok emperyalist-kapitalist sistemin özellikle komünizme ve genel olarak da devrimci hareketlere karşı küresel anlamda sürdürdüğü ideolojik-politik saldırılarının bir sonucu olarak parça parça hedeflerini küçültmek ve sistem içine hapsetmenin doğal sonucu vardır. Ancak mantık, bu sistemin sistem içi mücadele biçimleriyle değişemeyeceğini bildiğinden -silahlı mücadele anlamında ne kadar gelişmiş olunursa olunsun- her şey anlamını yitirmeye başlayacaktır. Aynı zamanda mücadele biçiminin ve hedefin antagonist biçimde çelişmesi de benzer bir duruma yol açacaktır.
Bu anlamıyla yaşandığı iddia edilen anlam yoksunluğu “binlerce evladımız boşuna toprağın altına gitti” gibi duygusal bir yaklaşımla karşılanmak yerine ideolojik-politik güzergahın bir sonucu olarak ele alınmalıdır. Zira hakikat ya da bugün ifade edildiği biçimde anlam arayışı bireysel ya da kolektif, silahlı ya da “barışçıl” olsun sistem içinde alternatif arayışlarla sınırlandığı oranda kaçınılmazdır.
Özel mülkiyet dünyası birçok anlamıyla sınıfsal, ulusal ya da cinsiyete dayalı sorunların halk kitleleri lehine tam bir çözümünü içermez. Emperyalist-kapitalist ülkelerde başka ülke halklarının sömürülmesiyle yaratılan göreceli ve eşitsiz refah ortamı sömürge, yarı-sömürge ya da kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde ise neredeyse hiç sağlanamaz.
Kapitalizmin hakim olduğu TC’de ise kuruluş kodları gereği faşizm hakimdir. Devrimci mücadele ve kitlelerin kalkışmaları sonucu bazı haklar çok kısıtlı biçimde alınmışsa bile bunlara yönelik saldırıların özellikle son 10 yılda hat safhaya ulaştığı bir gerçektir.
LGBTİ+ların artık inkar edilmemesi ve LGBTİ+’lara karşı yasa tasarılarının hazırlanması ne kadar ileri bir adımsa Kürtlerin artık inkar edilmemesi ve kazanılmış belediyelerine kayyumlar atanması da o derece ileri adımlardır. Çocukların istismarının önünü açan fetvalar vermek ve kadın katillerinin kendilerini “erkeklik onurumla oynadı” diye savunması da ifade özgürlüğüdür. Gericiliğin körüklenmesi, ataerki ve şovenizmin örgütlenmesi komprador burjuvazinin demokrasi anlayışıdır.
Çözüm
Anlam yoksunluğunu aşmak kapitalizmin post modern saldırılarını anti-kapitalist bir perspektifle teşhir etmekten geçer. Bu da gerici güçler ve emperyalistlerle pragmatik ittifakları reddetmeyi; halkın sınıfsal, ulusal ve cinsiyete dayalı sömürüden kurtuluşunun merkeze alınmasını; kolektif direniş kültürünü dijital çağın araçlarıyla yeniden inşa etmeyi gerektirir. Ancak TC’nin faşist yapısı ve emperyalist kapitalistlerin küresel baskı araçları bu dönüşümün önünde en büyük engeldir.
Anlamın yeniden inşası elbette son olarak komünist bir dünya tahayyülünden geçmektedir. Emeğin özgürleştirilmesi, toplumsal amaca hizmet ve meta ilişkilerinin sonunun getirilmesi gibi şimdilik uzak bir gelecekten el sallayan bu tahayyüle karşı sistem “imkansızlık” saldırısını birçok argümanla sürdürüyor.
Bireyin toplumsallıkla çelişmesi, insan doğasının bencilliği ve rekabetçiliği gibi argümanlarla geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşanan sosyalizmden geriye dönüşler devrimci duruşun karşısında ideolojik birer silah olarak kullanılıyor. Bununla birlikte Erich Fromm, Slavoj Zizek, David Harvey gibi “post-modern” “sosyalistler” de sınıf mücadelesinin temel alınmasından uzaklaşmış fikirleriyle ancak sahte bir “özgürlük” noktasına varabiliyorlar.
Oysa komünizm anlam arayışını, çelişkileri insanın ve gezegenin çıkarlarına uygun biçimde çözüme ulaştırarak sürdürür. Daha doğrusu anlamın kendisi tam da budur. Ancak bütün bunlarla birlikte dünyanın yeniden emperyalist paylaşım savaşına sürüklendiği bir süreçten geçilmektedir. Üstelik 100 yıl öncekinden farklı olarak dünya halklarının önünde acil biçimde çözülmesi gereken bir de ekolojik kriz bulunmaktadır.
Bütün bu koşullar içinde kitleler elbette komünizm fikrine örgütlenmelidir. Ancak bunun bir ön adımı olarak anti-emperyalist, anti-faşist, anti-ataerkil birliklerin örgütlenmesi; devrimci kalan, devrimci kalmaya çalışan örgütlerle varolan birliklerin korunması ve daha aktif biçimde kullanılması veya bu birlikler içerisinde olmayanlarla çeşitli biçimlerde birlikler kurulması hayati bir yerde durmaktadır. Bunun enternasyonal çapta örgütlenmesi elbette çetrefilli bir iştir. Lakin ülke çapında örgütlenecek böylesi birlikler elbette dünya proletaryasının da önünü açacaktır. Dolayısıyla bu yol için irade konulması sadece anlam-anlamsızlık değil, varolmak-olmamak meselesidir.